Yitik memleket hikayeleri

Biz 11 kardeştik, beşi doğumdan sonra 1 yaşında ve ya 6 aylıkken ölmüştü, üç Ablam abim ve kardeşim kalmıştık.

Fuat Akyol Fuat Akyol

1970'ler Dört mevsimin yaşandığı, hayata dair bir çok gerçeği bilmediğimiz çok güzel yıllardı.

Kışların çok soğuk olduğu, köy evlerimizin toprak damlarına kadar kar dolduğu, öğlene doğru damlardaki buzların çözülmeye başladığı, kardan yeraltı tünelleri yaptığımız, köy dışında insan ve teknolojiyle bağlantının dört ay kesildiği, elektriğin olmadığı, gazetenin gelmediği, izole bir hayat yaşadığımız çocuk gözümle küçük ama mutlu hikayelerimizden bahsedeceğim.

Mayıs sonuna doğru karlar erimeye başlar, Haziran ortasından sonra sadece yüksek dağ yamaçlarında kuytu yerlerde kar kalırdı. Mayıs ayında bile bazen kar yağardı , kar yağmasa dahi çok soğuk ve yağmurlu geçerdi. Hava çok soğuk olsa da yağmurlar bize baharı müjdelerdi.

En fazla yağmur ise Mayıs ve Haziran ayında yağardı. Yağmurda ıslanmak dünyadaki en büyük mutluluklardan olsa gerek. Mayıs sonuna doğru yağmurun yağmasını dört gözle beklerdik, bir yandan hayvanlarımızı otlatırken diğer yandan göbek (mantar) toplardık ve mantarları odun ateşinde pişirip yemenin lezzeti anlatılamaz. Evlerimizin önünde su akardı ama baharda geçmek pek mümkün olmazdı, babam ların derede alabalık yakalaması dünyadaki en zor işlerden biri gibi gelirdi fakat her şeye değerdi.

Bu arada baharın diğer müjdecisi de eşkın (ışgın) olurdu, tadı ekşimsi Nisan sonu gibi yüksek yerlerde çıkan zamanını iple çektiğimiz çocukluk lezzetimizdi. Temmuz ayının ilk haftası gibi dereye girebilirdik, çok soğuk olsa da hiç umursamadan saatlerce suda kalıp pek mümkün olmasa da alabalık tutmaya çalışırdık.

Babam ilk baharla birlikte krom madeninde çalışmaya başlardı. Köyümüzde bolca krom madeni ocağı vardı, Haziran Temmuz gibi köy kalabalıklaşırdı ama bilemezdim maden çıkartmanın köyümüzü ve doğamızı ne kadar kirlettiğini, bunu ancak 2000 yılında köye gittiğimde hayvanların ölmesi, suların içilemez durumda olması ve meraların yerle yeksan olduğunu görünce anladım.

Temmuz ayı ortalarında babam köye gelen kamyonlara domates ve salatalık siparişi verirdi, kokusu bütün köyü sarardı. Benim en büyük keyfim somun (fabrika) ekmeğiyle domates yemek olurdu. Tadı çok güzel gelirdi ekmeğin, bazen yemez ertesi güne saklardım. Tandır ekmeklerimiz değerini yitirir boynu bükük kalırlardı. En büyük keyiflerimden birisi radyomuzdan arkası yarın dinlemek olurdu.

Her akşam bir köy evinde toplanılıp arkası yarın dinlendikten sonra büyüklerimiz ertesi günün kritiğini yaparlardı. Ben onları dinlemekle yetinip heyecandan ertesi günü iple çekerdim. Misafirliğe gitmeden annem bizi sıkı sıkı tembihlerdi; sakın açmısınız diye sorarlarsa karnımız tok diyin, zaten evde çıkmadan tıka basa yerdik ama gittiğimizde yine acıkırdık, bunu söyleyemez hüzünlü bir halde eve dönerdik.

Koyunlarımızı, keçilerimizi, ineklerimizi, kuzu,oğlak ve buzağılarımızı çok severdik, her baharda biraz daha çoğalırdık ve onları otlatmaya götürürdük, ta ki havalar soğuyup sonbahar gelene , kar yağana kadar. Sonbahar benim için hüzün demekti, yine evlere kapanacak, ve karları küreyerek ahırlarda hayvanlarımıza ot ve saman verecektik.

Biz 11 kardeştik beşi doğumdan sonra 1 yaşında ve ya 6 aylıkken ölmüştü, üç Ablam abim ve kardeşim kalmıştık. Altı çocuğun bir evde yaklaşık 4,5 ay kalması zor ve imkansız gibiydi. Babam yazları madende sonbaharda ise İstanbul’a çalışmaya giderdi, ilk baharda köye gelir tarlaları ve çayırları biçer madende çalışır sonbahar gibi de tekrar İstanbul’a dönerdi.

Zor ve meşakkatli olsada bu artık rutinimiz olmuştu. Zamanın birinde ilkbaharda köye gelip çalışmaya başladığında yağmurlardan dolayı madende toprak kaymış ve babam yaralamıştı, o kış İstanbul’a gitmedi, ben nasıl mutlu oldum, kendimi nasıl da güvende hissetmiştim.Kış benim için hem bedenimin hem de ruhumun üşümesi demekti. 83 yılında bir bahar günü babam köye geldi;

İstanbul’a gideceğiz artık orada yaşayacağız dedi, içimi buruk bir sevinç kaplamıştı; bir daha köyümüzü görebilecekmiydim, kırlarımızda koşup oynayabilecekmiydim? Haziran ayı gibi çok sevdiğim hayvanlarımızın hepsini babam satmıştı çok üzülmüştüm ama bir şey yapamıyordum.

Temmuz ayı gibi yola çıktık. Önce trene binip Haydarpaşa’ya ardından belediye otobüsüyle Topkapı’ya ve en sonunda otobüsle bağcılara yaşayacağımız mahalleye geldik. İlk defa denizi görmüştüm hiç bu kadar büyük bir su ve Kocaman bir köprüden geçip bir sürü araba görmüştüm. Ayağımda kara lastik, üzerimde yamalı pantolon Erzurum lehçesiyle konuşuyordum herkes dalga geçer gibi bana bakıyordu.

İstanbulu hiç sevmemiştim , korkuyordum . Bir hafta hiç evden çıkmadık , kapının önünde bir sürü araba geçiyordu. Bir hafta sonra kuzenlerim bizi kapının önüne çıkarttılar , yarım saat dışarıda kalıp eve döndük. Ben köyüme dönmek istiyordum. Eylül ayı gelince biz dört kardeş okula başladık.

Bütün sınıf arkadaşlarımdan farklıydım, ne konuşmam ne giyimim onlar gibiydi. Bağcılar Güney Doğu Anadolu ve Doğu Anadolu’da çok göç alan yoksul bir semtti. Ama biz herkesten çok farklıydık, önce okulun yolunu sonra mahalledeki toprak sahaları keşfettik. Konuşmam düzelmeye başlamış ve arkadaşta edinmiştim.

Artık yavaş yavaş köyümü, kırların binbir çiçek kokusunu, evlerin önündeki suyumuzu unutmaya başlamıştım. Okulda sabahçıydık, ben abim Ablam ve kardeşim bazen üç tane simit bir tanede gazoz alacak paramız olurdu; simitleri paylaşır gazozu da hep beraber içerdik. Yoksul fakat mutlu çocuklardık.