Yapay Cennet’le kendimizi kandırmayalım

Yapay Cennet’le kendimizi kandırmayalım

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

İnsanoğlu her daim kendini olduğunun üstünde göstermeyi sever. Nitekim gelişmişlik yarışındaki devletler düzeyinde de geçerli bu alışkanlık. Dolayısıyla gerçekçi değerlendirme yapabilmek için filozof yazar Ralph Emerson’ın sözüne kulak vermek lazım. Uluslararası arenada sahtelikler üstünden yürütülen böbürlenmelerin önünü kesmek adına, ‘Uygarlığın gerçek ölçüsü; ne nüfus çokluğu, ne kentlerin büyüklüğü, ne de üretim bolluğudur. Gerçek ölçü, ülkenin yetiştirdiği insanların nitelikleridir’ demiş kendisi.

Her ne kadar günümüzde kimileri bu sözün aksine doğayı katlederek dikilen devasa binalara, insanca yaşam standardı sağlanmadan hızla artan nüfusa bakıp uygarlaşma övgüleri dizmeyi sürdürse de medeniliğin ve ilerlemenin gerçek ölçüsünün insan kalitesine bağlı olduğu bir gerçek. Gerisi, temelsiz övgüden ibaret! Maalesef uygarlık algısına yönelik bu boşluk, dünya genelindeki örneklerle sıkça boy göstermekte… Yapay Cennet’le kendini kandırma alışkanlığı yaygınlaşmakta.

Nasıl ki, aynı mantık televizyon ve sinema dünyamız için de geçerli. Asli değerleri boş geçip tali kriterlerle göz boyama kafasındakilere göre, dizi bolluğu ve film gişeleri kurgu alanındaki gelişimimizin göstergesi… Kuşkusuz üretilen dizi sayımız geçmişe kıyasla katbekat artmış halde. Yapımların yurtdışı satışları da öyle. Ancak farklı zamanlarda işaret ettiğimiz üzere bu rakamsal artışları, gelişimin ve yaratıcı içerik üretiminin ölçütü olarak kabul etmek imkânsız. Zira tıpkı Ralph Emerson’ın sözündeki gibi nitelikli dizi yaratılmadığı sürece dizi bolluğu, süre uzunluğu, dış satışlar kalıcı gelişim ve kalite adına pek bir şey ifade etmez.

Bu noktadan olaya yaklaştığımızda, gerçekten övgüyü hak eden ve istikrarlı kalite sergileyerek dünya çapında ilgi çekebilecek yaratıcılıktaki yapım sayısının bolluğundan bahsetmemiz mümkün mü? Maalesef, hayır. Dahası ekranlarımızdaki işlerin çoğunun yabancı senaryolardan uyarlama içeriklerle varlık gösterdikleri malum. Sıkça vurguladığımız üzere, özgün senaryo üretimi sıfırı tüketme noktasında! Evet…

Yabancı dizileri yerliye adapte ederek özünde bize ait olmayan niteliklerle reyting toplamayı büyük ölçüde garantiliyoruz, hatta bu sayede uyarlama yeteneğimizi geliştiriyoruz ama… Kabul etmek lazım ki, bu esnada yaratma gücündekileri bertaraf edip hayal dünyamızı iyice köreltiyoruz. En önemlisi de, süresi ve bölüm sayısı belli olan orijinal senaryoyu sakız misali uzatıp mantıksızlıklarla doldurarak bozma sevdamız! Bu öyle bir alışkanlık ki, sadece uyarlamalarda değil cümle dizide mevcut. Bir türlü çözüme ulaştırılamayan süre uzunluğu da en kestirme bahanesi.

Nitekim ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’ dizisi bu olumsuzluğu had safhada yaşayıp yaşatanlardan… Gel gör ki, buna rağmen ilginç biçimde reyting almayı da sürdürmekte. Bu nedenle son bölümlerinde iyiden iyiye ‘‘Yapay Cennet’le kendimizi kandırmayalım’’ dedirten tablosuna inat ayakta kalmayı başaran ve yeni dizilerin ekrana çıkmak için sıra beklemesiyle birlikte hakkında ‘final’ söylentisi yayılmaya başlayan dizinin performans tablosuna değinme ihtiyacı hissettim. Zira kısıtlı mekân ve yetersiz karakterlerle işi yürüten bu yapımın şimdiye dek ayakta kalması dizi dünyamızdaki gelişmişlik ölçüsü hakkında ipucu mahiyetinde.

CENNET’İN GÖZYAŞLARI, KLİNİK VAKA!

Yayınladığı yapımların yüksek tondan işlenen içeriklerinden dolayı, abartılı dizilerin kanalı haline gelen ATV’deki işlere baktığımızda… Çoğunluğun mantığı hemen hiç önemsemeyen, sürekli aynı konu etrafında dönüp duran ve fakat yine de gayet güzel reytingler alan türden olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Üzerinde durulması, araştırma yapılması gereken hallerde kullanılan ‘klinik vaka’ tanımına cuk oturan ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’ dizisi de bunlardan biri!

Başlangıcında, ‘‘Çalınan geçmiş üstüne kurulan ve aşk-kıskançlık denklemiyle gelişmeye çalışan Cennet’in Gözyaşları derseniz… İlk bölümden pek çok mantık hatası sergileyip fazla kolaycı içeriğe sahip olan dizi için, ‘Bu malzemeyle özel ne vaat edebilir’ diyoruz’’ şeklindeki yorumla karşıladığım dizi özel bir şey vaat etmese bile bugüne dek ayakta kalmayı başardı. Gerçek şu ki, Kore versiyonundan gelen ana hikâyesi iyi olmakla birlikte bizdeki yorumu felaket. Pekiii… Hiç bitmeyen ağıtlar, sürekli kendini tekrarlayan sahneler, haykırış ve koşturmalı tempodan başka bir şey sunamayan bir iş nasıl oldu da bu beceriyi gösterdi? Babaannenin yıllarca sakladığı resmi odanın içinde yakıp öyle bırakarak bile isteye çıkarttığı yangından, Melisa’nın kulübedeki yangınına… Cennet’in gaz kaçağı olduğu hissedilen evde ışıkları korkusuzca yakma becerisinden, Kaya tarafından kaçırılan Melisa’nın durup durup patlayan arabasına… Cümle klişeyi, mantığı dibe vurdurarak, bünyesinde barındıran ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’nın Pazar akışında tutunmasını sağlayan neydi? Sıralayalım hemen.

Orijinalinden hayli farklı tatla ekranımızda yer bulup içeriğini, bizim dramalara çevirmek için iyice sulandırarak yerlileştiren ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’nı bugünlere getiren en önemli faktör hiç kuşkusuz bizdeki ‘dizi akılcılığı’! Şöyle ki, izleyicinin konudan ziyade detaylara ilgi gösterdiğini fark eden bu akılcılık, izleyiciyi mantıksızlıklarla, abartılarla ve yersiz uzatmalarla sinir ede ede kendine bağlama formülü üstüne işlemekte. İzleyicinin nasıl sonuçlanacağını merak ettiği hususta bir türlü ilerleme kaydetmeyip onun beklentisini tatminsiz bırakma yolunda yürüyen işler, bir arpa boyu ilerlemeyen içeriklerindeki her türlü saçmalığı da bu yolla yedirmeyi başarmakta. Böylece ekran başındakiler ‘Hem kızarım, hem izlerim’ ruh haline bürünerek yapay Cennet kandırmacalarına bile isteye tav olmakta.

Annesizliğin acısına rağmen aşırı saf kişiliğinden ödün vermeden büyüyüp okul hayatında çalışkan öğrenci olmayı başaran Cennet’in, arkadaşı Melisa’nın şirketinde işe başlamasından itibaren sürekli gözyaşının aktığı bir işe dönüşerek izleyeni canından bezdiren dizinin başarı performansındaki bir diğer faktör, izleyicinin merhamet uyandıran iyiden ziyade hayranlık yaratan kötü karakter tutkusunu tam yakalaması! Nitekim içeriğin, saf ve mağdur karakteri Cennet’i sürekli anne arayışında tutup ezik biçimde işlemesi… Buna karşılık öz annenin yapamayacağı derecede kötülük planları üreten Arzu’yu ve Melisa’yı hep öne çıkartması bu yaklaşımın ürünü. Ayrıca onların yetersiz kaldığı yerde, masum şeytan tadındaki Kaya’nın ortaya salınması da kötü karakter tutkusunun ne denli işe yaradığının göstergesi. Anlayacağınız izleyici, iyilik ve haktan yana beklenti içindeymiş gibi görünse bile kötülerin yaptıklarına ve neler yapabileceklerine kafayı takmış halde. Adeta hayranlık duyuluyor kötülüğe ve güce. Tıpkı yaşamın içinde de güce tapma ve kötüye itibar etme alışkanlığı gibi! Dolayısıyla kötülük ve anne-baba düzenbazlığı ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’nı diri tutanlardan.

Fakirlik sınırının altındaki insanlara, zenginler âlemini abartılı giyimlerle-mekânlarla sunup bu dünyalardaki insanların sanıldığının aksine hiç de mutlu olmadıklarını yansıtarak… Onları sürekli fakirlerin dünyasında koşturtarak avuntu sağlamak da ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’ ve benzeri yapımların başarısını etkileyen unsurlardan. Nasıl ki, her bölümde devamlı ağlayıp oradan oraya mekik dokuyarak Kaya’ya tehditler savuran Arzu’nun onca sıkıntı arasında her daim podyuma çıkacak manken gibi giyimli ve cart makyajlı dolanması, kocaman küpeler takması bu unsurun eseri. Keza şımarık zengin kızı kadrosunu dolduran Melisa da, ‘Zengin evlerinde 7/24 ince topuklular ve gösterişli kıyafetler giymeyeni dövüyorlar herhalde’ dedirtircesine en hüzünlü ve sinirli anlarında bile süslü püslü bir görünüme sahip. Tüm bu aşırılıklar karakterleri bönleştirip sahnenin özüne ters düşürüyormuş, kimin umurunda… Çekici görsellik sağlansın yeter denmekte sonuçta. Doğruya doğru… İzleyicinin tercihini belirleyen ayrıntılara harfiyen özen gösteren ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’ bu düşünce tarzının da hakkını fazlasıyla vermekte.

Ve sezon başından itibaren Pazar akışında ciddi rakip bulunmamasının avantajını kullanan dizinin elini güçlendiren unsurlardan biri de, erkek tacizinden gelişen kadın mağduriyetinin cılkının çıkartılması… Benzer işlerde de görülen bu yaklaşım, ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’nı izlenir kılmanın ötesinde ‘kötü anne’ kavramını havaya uçuran türden ele alınmış. Arzu’nun sırf tecavüz ürünü diye Cennet’i doğurduğu gece bırakıp kaçması, Melisa’yı ve serveti kaybetme korkusuyla Cennet’e elinden gelen kötülüğü yapması tacizi, bahaneye indirgeyip kadın kötülüğüne dönüşmüş halde. Sadece bu detay bile başlı başına ilgi çekme özelliğinde!

NETİCEDE; Doğallık arayanların semtine uğramadığı… Tedirginlik aşılayan Arzu’nun ölçüsüz haykırışlarıyla yeri göğü birbirine katıp sabır taşırdığı… Çevresindekiler tarafından maymun edilmeyi sineye çeken ve Arzu’nun onca kötülüğüne rağmen yardımı borç bilen Cennet’in saf kız rolünün suyunu çıkarttığı… Selim-Cennet aşkının duygusal açıdan oldukça yapay kaldığı… Devrim Saltoğlu’nun canlandırdığı Kaya’nın içerikteki en kayda değer karakter olduğu ‘‘Cennet’in Gözyaşları’’, bir uyarlama nasıl heder edilir babında izlenip, yerli dizilerdeki günü kurtarma iş bitiriciliğinin püf noktalarını gözlemlemek adına değerlendirilmesi gereken klinik bir vaka! Arzu’nun intiharıyla yeni bir kırılma noktası yaratmaya heveslenilmiş olsa bile ATV’de yolun sonuna gelmiş dizi kervanında olduğu da bir gerçek.

Bu tablo karşısında ‘‘Yapay Cennet’le kendimizi kandırmayalım’’ derken, abartılar vasıtasıyla reyting toplayan kanalda yakında devreye sokulacak diziler yerleşik mantığın ötesinde farklı bir performans sunacak mı, merakla bekliyoruz. Umut fakirin ekmeği işte.

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal