İçimdeki Fırtına neyin kafası?

‘İçimdeki Fırtına’nın abartının dışındaki belli başlı olumsuzluğu, içeriğin ve karakterlerin farklı yapımlardan çağrışımlar uyandırması…

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

‘Dışarıdan baktım yeşil türbe, içine girdim estağfurullah tövbe’ deyimimiz vardır hani… Görünenin ardındakilerin çok farklı olduğunu işaret eder. Yüzlerine maske takmış insanlardan, olumsuzluklarına rağmen çok parlakmış gibi gösterilmeye çalışılan işlere… Ortalıkta ahkâm kesip fırtına estirenlerin detaylarına indiğimizde karşılaştığımız yapaylıklara, sahteliklere bakıp ‘Estağfurullah tövbe’ dememek ne mümkün? Şu sıralar yeni yapım bolluğu yaşamasına karşın eskiyi mumla aratır hale gelen televizyon dünyası da kaliteden ziyade menfaatin ağır bastığı durumlarla, ‘Estağfurullah tövbe’ eleştirisini fazlasıyla hak etmekte.

Başarılı ve kaliteli içeriğine rağmen desteklenmeyip göz göre göre harcanan ‘Umuda Kelepçe Vurulmaz’ın erken finaliyle yarattığı fırtınaya bakıp kanallar ve yapımcıların her işe aynı olanakları sunmadığı gerçeğini dillendirsek haksızlık etmiş sayılmayız mesela… Ya da ‘tarafsız yayıncılık ilkesi’ni işine gelene uygulamayan, gelmeyene de ‘kovma’ bahanesi yapanların çifte standartlı mantığına karşı ‘Estağfurullah tövbe’ çeksek abartmış olmayız… Veya ‘Poyraz Karayel’ gibi bilinçlendirici söylemleri ve duygusal incelikleriyle ışık saçan bir iş final kararı alırken ıvır zıvır klişeleri ve incir çekirdeğini doldurmayacak replikleriyle akla zarar olmaktan başka işe yaramayanların uzun uzun ayakta kalmasına kızabiliriz rahatlıkla.

Anlayacağınız sadece günlük yaşamın anaforları değil televizyon dünyasının haksızlıkları da, özle sözün bağdaşmadığı çelişkili tablolarla içimizde fırtınalar yaratmakta. Nitekim ‘İçimdeki Fırtına’ da tanıtımdan edindiğim izlenimle geliştirdiğim beklentileri karşılamayan ve ilk andan ‘Neyin kafası böyle’ diye kendini sorgulatarak ‘Dışarıdan baktım yeşil türbe, içine girdim estağfurullah tövbe’ deyimine cuk oturanlardan. Şimdi dost acı söylermiş diyerek, hayal kırıklığına uğratan yapımla ilgili eleştirilerimizi sıralayalım.

‘İÇİMDEKİ FIRTINA’ NİYE BAŞARISIZ OLDU?

Ekranda ne varsa aynı torbaya doldurarak değerlendirmede bulunan reyting mantığında dizilerin üst sıralarda yer alabilme savaşı alabildiğine zor. Bu doğrultuda şovlar, yarışmalar hatta ana haberler bile dizilerin rakibi durumunda. Böylesine karmaşık bir rekabet düzeninde galip gelebilme formülünün çeşitli etkenlere bağlanarak yapım kalitesinden soyutlandığı da kesin. Kalitesizler, bol keseden reytinglerle ihya olurken nice değerli iş düşük reyting bahanesine kurban edildi malumunuz. Yani her dizinin sıralamasını hak ettiğini söyleyemeyiz. Buna karşılık bazı işler öylesine zorlama bir performansla çıkıyorlar ki karşımıza, aldıkları sonuçlarla kesinlikle ters düşmüyorlar. Nasıl ki, ‘Adı Efsane’nin dördüncülüğe yükseldiği Total’de 16’ıncı olan ‘İçimdeki Fırtına’ da bunlardan biri. ‘Adı Efsane’nin, ‘Kalbimdeki Deniz’i üçüncülüğe öteleyerek ikinciliğe kurulduğu AB’de ilk bölümüyle 43’üncü sırada yer alıp tekrarıyla 21’inci olan dizinin bu denli vahim bir başlangıç yapmasına sebep ne peki?

Aynı saatteki diğer işlerin etken olması haliyle muhtemel. Ama asıl başarısızlık unsuru dizinin kendisinden kaynaklanmakta. Öyle ki, ‘Ezgi kendine gel, çık artık hayatımızdan’ diyerek elindeki CD’yi vermek istemeyen Deniz’le onu vampirella misali takip eden Ezgi’nin ısrarcı takip tablosuyla açılışını yapan ‘İçimdeki Fırtına’, yolun sonunun uçurum olduğunu bile bile koşturan Deniz’in inandırıcılıktan uzak denize düşüş sahnesinin ardından üç gün öncesine giderek öyküsünü başlattığı andan itibaren adım adım sergiledi bu başarısızlık unsurlarını.

‘Böyle bir kaçışa ne gerek vardı? Deniz, niye mal gibi kenarda durup aşağıya düşmek için zemin hazırladı? Öylesi bir pozisyonda parmak uçlarıyla toprağa tutunup bekleme süperliği sergileyen Deniz’in daha korkmuş bir yüz ifadesine sahip olması gerekmez miydi’ sorularını yaratan bu sade suya tirit olayı Deniz’in, denize yumuşak düşüşüyle bağlarken umudumu henüz yitirmemiştim. Lakin devamındaki her sahneyle umutlarım gıdım gıdım azaldı. ‘Kadınları soyamıyorsak erkeklerin kaslarını göstererek prim yapalım’ mantığı neticesinde Emre’nin yarı çıplak beden şovuyla aileleri ve karakterleri tanıtma babında mevzuya dalan dizi, Yusuf Çim’in şaşkınlıkla gülümseme arasında kararsız kalan mimiklerini ve Hatice Aslan’ın orta karıştırıcı anne hallerini yeniden çıkarttı karşımıza. Anne-oğlu zenginlik klişesiyle tanıtıp geçen kamera, hastalığına yurdum doktorlarından derman bulamayan Nusret patrona ve ev ahalisine çevrildiğinde Amerika’ya giderken babacan duygusallık sergileyen Nusret ve yeğeni Fırat’a verdiği kayıp torununun bulma talimatına bakıp bir parça ümitlendik doğrusu. Çünkü öykünün bu kayıp torun ayağından gelişeceğine dair tüyosu yeni sürprizler yaratabilirdi. Hem de Tarık Pabuççuoğlu’nun rol gücü her sahneyi izlenebilir kılacak çaptaydı. Ancak tanıtma faslındaki son durağı Selim-Nermin çiftinin evine ayıran kurgu, burada ikiz kardeşlerin çiğliğini çok fena soktu gözümüze.

Tüm bu süreçte en büyük handikap, her sahnede profesyonellikle bağdaşmayacak çapta abartının bulunmasıydı. Ezgi’nin kömür karası saçlarını, kapkara makyajını geçtim o bakışları, kara horoz gibi kabararak yaptığı konuşmalar ve gerçekçilikle ilgisi olmayan yüz ifadeleri neydi öyle? Hani vampirella dedim ama ‘Vampir Günlükleri’ndeki karakterler bile bu tipte değil. Kötü görünmek için adeta yırtınıyordu, ‘Acemi Cadı’nın tatlıcığı Merve Boloğur. Hele Deniz’in odasındaki tavırları tüyün dikildiği andı. Kahve ve elbise muhabbeti, kötülüğün ispatı için laf olsun torba dolsun misali yaratılmışlardı. Gerek var mıydı böylesine yapay kötülük zorlamalarıyla abartılı bir imaj yaratıp iticileşmeye? Bence hiç yoktu.

Deniz karakteri deseniz, Ezgi’nin kötülük abartısı kadar o da iyilik ve masumiyet pıtırcığına dönmek için çırpınıp duruyordu. Gizem Karaca’ya farklı imaj verip sonrasına zemin hazırlamak için kafasına geçirilen saç, iyimserlikte abartıya tavan yaptıran Deniz tipini iyice komikleştirmişti. Kendisine terslenen Ezgi ve annesine gösterdiği yakınlıkla vıcık vıcık hal alan Deniz’le ‘iyi kızların saflığı aptallık derecesinde olur’ klişesini tamamlayan dizide kız kardeşler cephesinde durum böylesine doğallıktan ve inandırıcılıktan uzakken ‘Aşkım’ sözcüğünü dilinden düşürmeyip liseli gençlerden beter davranan Emre’nin tablosu da doğallıktan nasiplenmemişti. Diğer karakterler farklı mıydı peki? Bu denli itici olmamakla birlikte onların da sorgulanmadan kabul edilebilecek bir yanları yoktu hani. Levent Can’ın sunduğu Selim Baba tipinin dizideki en doğal karakter olduğu gerçeğinde diğerleri sanki öyküye adapte olamayıp karakterlerini benimseyememiş havasında eğreti duruyorlardı. Karakterlerin hali böylesine zoraki ve abartılı olunca da izleyiciden ‘İçimdeki Fırtına’nın özünü hissedip akışına kapılmasını beklemek hayal tabii ki! Gelelim olayın içerik ayağına…

‘İÇİMDEKİ FIRTINA’ ÇAĞRIŞIMLARLA DOLU

Geçmişte hoşuna giden tipler yaratmış olan oyuncuları bünyesinde toplayıp sağlam bir kadro oluşturarak ekrana gelen ‘İçimdeki Fırtına’nın abartının dışındaki belli başlı olumsuzluğu, içeriğin ve karakterlerin farklı yapımlardan çağrışımlar uyandırması… Sanki biraz oradan biraz buradan bir karışımla oluşturulmuş gibi! Karakterler bazında konuyu açacak olursak…

İkiz kardeş olarak bilinen Ezgi ile Deniz’in aslında kardeş olmamaları ve ilişki biçimleri bu ikiliyi Efsun ile Bahar’a benzetmemiz için yeter de arttı bile. Hatta ilk bölüm itibariyle bu ikili için ‘Yeni Efsun-Bahar vakası’ desek yeridir. Ezgi, tıpkı Nuran gibi kendisini kollayıp Deniz’i ezen annesi Nermin’in korumacılığında alabildiğine pervasız davrandı. Çakma Efsun, Bahar misali saf ve iyimser olan Deniz’in sevdiği adamı elinden almak için oyunbazlığını sergiledi ve koynuna girmekte sakınca görmedi. Ancak bu noktada ‘O Hayat Benim’deki Efsun’un daha edepli olduğunu ve Ateş’le yatmadan yatmış gibi davrandığını belirtelim. Yani sıcağı sıcağına Deniz’e olayı anlatıp ‘Koynumdaydı’ diyen Ezgi, kötülükte Efsun’dan birkaç tık önde. Ayrıca içkinin dokunduğunu bile bile kadehleri lüpleyip Ezgi’yle yatacak kadar sorumsuzlaşarak Deniz’e karşı sevgisinin sözden ibaret olduğunu ispatlayan Emre’nin sıkça uygulanan ‘Sarhoştum, ne olduğunu hatırlamıyorum’ yalanına başvurmamasını da dizinin farklılık adına takdir edilecek bir detayı olarak değerlendirebiliriz.

Öte yandan Fırat’ın tıpkı Ateş gibi avukat olduğu ve kayıp torunu bulmanın peşine takıldığı ‘İçimdeki Fırtına’daki benzeşmeler sadece bu karakterlerle sınırlı kalmamış. Bir diğer çağrışım, şirket ve güç derdine düşerken bir yandan da Mehmet Özgür’ün canlandıracağı Galip’ten çekincesini dillendiren Perihan’la yaşanmakta… Hatice Aslan’ın Perihan’ıyla bizi ‘Lale Devri’ günlerine götürüp Zümrüt Hanım nostaljisi yaratan dizide, Ezgi’nin Deniz’in tasarımlarını çalması da ‘Kiraz Mevsimi’ne öykünme gibi yerleştirilmiş sanki. Gerçi bu sahnenin ucu havada kalmış ya o da ayrı bir sorun.

‘İntikam Ateşi’nin asıl önemli benzeşmesiyse Deniz’in, Fırat tarafından izlenen denize düşme olayından beş yıl sonra Nusret’in torunu ‘Elif’ olarak dönmesiyle çıkıyor açığa. Buradan ‘Eve Dönüş’ mantığı hissedilmekte. Aslında Emre’de gözü olan Ezgi tarafından denize atılıp oradan kurtarılması ve kimlik değiştirerek güçlü iş ortağı olarak ortaya çıkması… Emre’nin, Elif’i itme görüntülerini elinde tutan Ezgi’yle evlenmesi gibi ayrıntılardan dolayı en çok da ‘Eve Dönüş’e benzemekte. Ancak burada anlamadığım detay, Deniz’in, Emre tarafından hastanelik edilen Elif’in yerine nasıl geçtiği! Belli ki Elif beyin kanamasından kurtulamamış. O tamam da, Nusret’le DNA bağı nasıl oluşturuldu? Hadi bunu da Fırat ayarlamıştır diyerek geçiştirelim. Peki ya yüzünde hiç değişim olmayan Deniz kendisini millete Elif diye nasıl yutturabilir? Yani o puf puf saçların yerine doğal olanı gelince veya gülücükler dağıtmayı bırakıp sert ve soğuk bakınca değişim tamamlanmış mı oluyor? ‘Eve Dönüş’te hiç olmazsa oyuncu değişimi yapılmıştı ve durum kabul edilebilinir hale getirilmişti. Buradaysa yüz aynı yüz ama ismi Elif… Üstelik de kendisini tanıyan herkese karşı bu beyan edilmekte. ‘Artık yersen’ misali!

Bu arada ‘İçimdeki Fırtına’daki sahnelerin büyük kısmında soru işaretleri bulunduğunu işaret etmeden geçemeyeceğim. Ezgi ile annesinin, Deniz için ‘Bu kızı bir türlü yollayamadık’ gibisinden konuşmaları neyin nesiydi? Ezgi, Deniz’in kardeşi olmadığını biliyor muydu? Neyse. Öğreniriz elbet. Diziye yönelik bir diğer takıldığım nokta, Fırat’ın Elif’i bulma aşaması… Bu denli çocukça mı işlenmeliydi? Kilitli bölmedeki resimlerin üstünü çizmek, Elif’le yapılan telefon konuşmalarının duygu boşluğu… Napoli’deki karşılayıcının motor gibi İtalyanca konuşması… Hepsi de acemilik ve yapaylık izleri taşıyordu. Kaza olayı deseniz apayrı bir zorlamaydı. Emre’nin Deniz’i ikna edeceğim diye sokak ortasında tartaklaması neyin kafasıydı? Dizideki en baba mantıksızlık, Deniz’in CD’yi alarak saçma sapan takibi başlatması! Ezgi’nin CD’yi aldığını nereden biliyordu? Hadi şansa gördü diyelim o durumda elinde sallayıp yol ortasında durmak sonra da taksiyle şehirden uzaklaşıp dağa bayıra vurmak neyin nesiydi? Polise gitmek yerine, garip bakışları ve tavırlarıyla izleyeni çıldırtan Ezgi’nin takibine fırsat yaratmak… Yetmezmiş gibi uçurumun kenarına gelmek aklı olanın yapacağı iş miydi? Ya şoför amcaya ne demeli? Adam onca zaman tehlikeli biçimde takibe razı oluyor da dağ başına gelince ‘Artık bundan sonrasını siz halledin’ diyerek bir başına bırakıveriyor. Keşke Deniz’in kimlik değişimi için yaratılan bu süreçte çok daha gerçekçi bir yol izlenseymiş.

Sonuçta; Bir yığın mantıksızlık içinden seçtiğimiz örnekler bile dizinin sadece çağrışımlarla dolu olmadığını, aynı zamanda alelacele verilen başlangıç itibariyle mantıktan uzak bir temele oturtulduğunu söylememizi de mümkün kılmakta. Başta işaret ettiğim abartıları da buna ilave edersek, niye müşteri çekemedi, diye şaşmanın yersizliği daha iyi anlaşılacaktır.

Amacımız moral bozmak veya karalamak değil. Ancak böylesi yoğun karakter abartılarını ve öyküyü anlamsızlaştıran amatörlükleri görmezden gelmek de, ‘İçimdeki Fırtına’ya kötülük etmek olur. Umarım devamında bu detaylara özen gösterilip daha doğal canlandırmalar ve akla yatkın konu gidişatıyla devam edilir. Aynı tarzda ısrarcı olunursa, aslında çok daha iyi bir performans sunması rahatlıkla mümkün olabilecekken, ‘İçimdeki Fırtına’nın kendi hatalarıyla yarattığı sunum cılızlığında yitip gideceğini hatırlatıp… Konfüçyüs’ün ‘Hatanın en büyüğü, hatalı olduğunu bilip de onu düzeltmenin çaresine başvurmamaktır’ sözüyle koyalım noktayı.

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal