Farkında mısınız, Kızılcık Şerbeti bitmiyor. Bu dizinin bitmeyişi bugünün anlatı ekonomisinin en görünür semptomu. Hikâyeler artık bir akışa yatırım yapıyorlar, bir sona değil. Çünkü bugünün dünyasında bitiş, hem ekonomik hem estetik açıdan bir kayıp. Bir hikâyeyi sonlandırmak, onu tüketilebilir kılıyor; oysa akışa yaymak, onu sürekli geri dönen, yeniden üretilen, yeni mikro-çatışmalarla beslenen bir döngüye dönüştürüyor. Dijital çağda anlatı, sonuçtan çok süreklilik üzerinden değer kazanıyor. Bu yüzden diziler de romanlar da haber akışları da aynı mantığa yaslanıyor işte, sonu olan bir hikâye değil, sürekli genişleyen bir evren. Bir zamanlar anlatının gücü finale saklanırdı; bugün ise güç, finali geciktirme kapasitesinde.
Çocukluğumda bir şeyin bittiği açıkça söylenirdi bana. Oyun bitti. Tatil bitti. Yaz bitti. Akşam oldu. Bu cümle bir hayal kırıklığı taşırdı elbet ama tuhaf bir rahatlığı da beraberinde getirirdi. Çünkü oyun bittiğinde bilirdim ki artık ödev zamanı. Tatil bittiğinde okul başlardı. Yaz bittiğinde sonbahar gelirdi. Bir kayıp vardı ama onun tesellisi de vardı. Bitiş, acı verse bile, yön duygusu üretirdi. Zaman ilerlerdi ve bunu hissederdin. Biten şey yer açardı.
Bugünün rejimi süreklilik üzerine kurulu. Mark Fisher’ın söylediği gibi, artık sonu hayal etmek, felaketi hayal etmekten daha zor. Geleceksizlik hissi, bitişi de işlevsiz kılıyor. Bir şey bittiğinde ardından ne geleceği tahayyül edilemiyorsa, bitiş bir geçit değil, boşluk gibi algılanıyor. Bu yüzden bitirmeye cesaret edemiyoruz. Eskiden bitiş, dönüşümün ön koşuluydu. Ne var ki bugün bitişten kaçınmak bizi sürekli askıda tutan bir şimdiye hapsediyor. Byung-Chul Han’ın sözünü ettiği yorgunluk toplumu bu, tükenene kadar devam etmek, duramamak, kapanamamak, geri çekilememek. Bitiş aslında bir zayıflık değil ki, ama bugünün dili onu yenilgi gibi sunuyor.
Bence Kızılcık Şerbeti’nin bitmeyişi kolektif bir kapanamama halinin semptomu. Oyun bitmiyor çünkü başka bir oyunun başlayacağına dair inanç zayıflamış durumda. Perde inmiyor çünkü sahne gerisinde bir sahne tahayyülü yok.
Bölümler uzuyor, çatışmalar gevşiyor, karakterler aynı cümlenin etrafında dönüp dolaşıyor çünkü anlatının amacı tamamlanmak değil, sürmek. Dijital platformların sonsuz akış estetiği, televizyona da sirayet etmiş bir yapay zekâ ritmi gibi. Sürekli tekrar eden büyük küçük gerilimler, hızla tüketilen ama kalıcılık iddiası taşımayan cümleler, yüzeyde güçlü bir iddia, derinde boşluk, gimmick, yani hikâyenin özü yerine, cilasına yatırım yapılması, yüzeyde güçlü bir iddia gibi durduğu zaman bile derinde boşluk, anlam üretmeyen ama ışıltılı duran küçük gösteri anları. Rota her daim yeniden oluşturuluyor.
Bir dizinin söylediği şey çoğu zaman ilk birkaç bölümde söylenmiş oluyor zaten, sonrası sadece oyalanma. Şimdi yapıya değil hacme çalışan bir anlatı var. Söz söylenmiş ama anlam sündürülmüş. Kızılcık Şerbeti bitmiyor; çünkü bugünün anlatı mantığı bitirmek yerine uzatmayı ödüllendiriyor. Biz de bir hikâyeyi izlemekten çok, onun etrafında dönen sonsuz tekrarı sakız gibi çiğniyoruz. Üstelik bu durum Kızılcık Şerbeti’ne özgü değil; uzadıkça anlamını yitiren pek çok dizinin kaderi de aynı.
Bugün askıda kalan hikâyelerle yaşıyoruz. Bu Umberto Eco’nun “açık yapıt” kavramını andırıyor gibi görünse de maalesef öyle değil, onun ima ettiği üretken belirsizlikten çok, içi boş bir ertelenme üretiliyor bugün. Açıklık daha çok sorumluluktan kaçış gibi. Derrida’nın différance’ı gibi sürekli ertelenen anlam, düşünsel değil, ekonomik bir gecikme stratejisine dönüşüyor.
Paul Ricoeur, anlatının zamanı yapılandırdığını söyler. Hikâye bittiğinde zaman biçim kazanır; olaylar bir ardışıklık olmaktan çıkıp yaşanmış bir bütün olur. Bitmemek ise zamanı çözer. Sürekli şimdiye yayılan bir anlatı, geçmişi de geleceği de silikleştirir. Bu yüzden bitmeyen diziler bir hafıza üretmez, yalnızca bir meşguliyet alanı yaratır. Bitmek bir cesaret. Bitmek, yazarın ya da anlatıcının şunu söylemesi, buraya kadar. Bu sınır, hem anlatıyı hem izleyiciyi özgürleştirir. Hikâye artık kendi başına bir hatıra olur, yorumlanır, tartışılır, yeniden düşünülür. Oysa bitmeyen hikâye yalnızca tüketilir. Bugün anlatılardaki esas kriz, kötü sonlar değil, sonsuz sonlar. Kapanıştan korkan, sona ulaşmayı başarısızlık sayan bir kültür. Oysa bitmek, yok olmak değil, yoğunlaşmak, keskinleşmek, yerini bulmak.
Bugün bitmesi gereken şey yalnızca diziler de değil. Sanki her şey acil, sanki her şey kriz, sanki her an bir sonraki büyük kırılmaya gebeyiz. Üstelik bu gerginlik çoktan normalleşmiş durumda. Her şeyi aynı anda sürdürme, her şeyi diri tutma, hiçbir şeyi terk edememe hali var. İlişkiler de böyle, tartışmalar da. Bir konu kapanmıyor, bir yara kabuk bağlamıyor, bir söz geri çekilmiyor. Yas tutulmuyor. Bu dönem bir cümlenin noktasız bırakılması gibi. Virgüller uzadıkça uzuyor, parantezler kapanmıyor, yan cümleler ana cümleyi boğuyor. Anlam çoğalmıyor, bulanıklaşıyor.
Bugün bitmeyen şey, veda etme kapasitemiz. Bir dönemi kapatma ritüelimiz. Bitti diyebilme becerimize ne oldu? Bitirmek yas tutmak, kabullenmek, hafızaya teslim etmek demek, yaşanmış olanı bugünün gürültüsünden çekip hatırlanabilir bir geçmişe dönüştürmek demek. Oysa biz yas tutmak yerine sürekli sadece meşgul oluyoruz. Kapamıyor açık bırakıyoruz.
Raymond Williams televizyon için “flow/akış” kavramını ortaya attığında, ekran deneyiminin artık tekil programlardan değil, kesintisiz bir akış hissinden oluştuğunu söylüyordu. Programlar arası geçiş, reklam, fragman ve tekrarlarla kurulan bu süreklilik, izleyicinin zamanı deneyimleme biçimini dönüştürüyordu. Bugün ise bu akış yalnızca bir yayın mantığı değil, ontolojik bir norma dönüşmüş durumda. Artık yalnızca içerik değil, hayatın kendisi de kesintisiz bir akış gibi örgütleniyor. Bitişler bu yüzden rahatsız edici geliyor çünkü akış rejimi için her son, sistem dışı bir boşluk demek.
Penelope gündüz dokuyup gece söküyordu çünkü hayatta kalmak ve bir düzeni korumak istiyordu. Onun geciktirmesi bir boşluk üretmek için değil, zaman kazanmak içindi. Odysseus dönene kadar kendi kaderini başkalarına teslim etmemek için. Penelope’nin ertelemesi bir direniş biçimiydi. Son belirsizdi ama anlamlıydı. Beklemek, sadakati ve özneyi koruyordu. Şehrazat da hikâyeyi uzatıyordu aynı nedenle. Ölmemek için. Her gece anlattığı hikâye ertesi güne bir nefes daha kazandırıyordu ona. Onun ertelemesi de bir yaşam stratejisiydi. Sonu olmayan bir hikâye değil, sonu gelmeyecek bir ölüm cezasına karşı kurulan bir anlatı söz konusuydu. Erteleme o zaman üretkendi. Hikâyeler çoğalıyor, dönüşüyor, yeni anlamlar açıyordu.
Oysa bugünün anlatılarında bitmeyiş başka. Ne bir direniş var ne de bir anlam arayışı var. Hikâye zaman kazanmıyor, zamanı eritiyor.
Geçmeyen bir şimdideyiz. Geçmiş kapanmıyor, gelecek gelmiyor, her şey askıya alınmış bir anın içinde dönüp duruyor. Final, yüzleşme ister. Ve ne olur artık en azından Kızılcık Şerbeti bununla yüzleşebilir mi?
aslı kotaman-t24