Abone Ol

İzzet Çapa Sibel Can'ın kulisine girdi! Neler gördü?

İzzet Çapa, Sibel Can ile yine çok konuşulacak bir röportaja imza attı. Sibel Can İzzet Çapa'ya bakın neler anlattı..

İzzet Çapa Sibel Can'ın kulisine girdi! Neler gördü?

İZZET ÇAPA/ GAZETE HABERTURK

Günay’a girdiğim zaman karşılaştığım kalabalık, şaşırmaya pek alışık olmayan benim gibi bir bünyeyi bile şaşırttı… Vay vay vay… Bir yoğunluk bekliyordum ama bu kadarını değil doğrusu.  Bırakın boş masayı, tek bir boş sandalye bile yoktu, Benim diyen sanatçıya parmak ısırtacak, hatta parmak yedirtecek bir kalabalık.. Üstelik Sibel Can henüz sahneye bile çıkmamış. O zaman bir kez daha anladım ki, yüreklerin en karanlık yerlerine bile ışık gönderebilen bir kadın Sibel. Bunca yıl, bu eksilmeyen sevgiyi taşıyabilmek her sanatçıya nasip olmaz.

Sibel her zaman roportaj vermiyor. Az konuşuyor, öz konuşuyor, ona buna laf atarak gündemde kalmıyor. O sadece işine odaklanıyor, işiyle gündemde kalıyor.. . Belki de kitlelerin ona duyduğu sevginin en temel nedeni bu… Her neyse,  bunları onunla konuşayım,  son günlerde ne yapıyor ne ediyor öğreneyim diye kulise doğru ilerliyorum… Şimdi biraz muhabbet, biraz dedikodu, biraz keyif, biraz iş zamanı…
***
Ohooo daha kulisin kapısını görünmeden oradan gelen kahkahaları duymaya başlıyorum… Sibel’in misafirleri gelmiş benden önce… Bir bakıyorum kimleri göreyim; Emel Sayın, Muazzez Abacı, Bülent Ersoy hatta Müzeyyen Senar bile orada… Yani çok isterdim orada olmalarını ama olay başka… Sibel’in yakın dostları Cengiz Han ve Ömer’in hazırladığı muhteşem şovun bir parçası bu assolist benzerleri… Ama öyle eğleniyorlar ki aralarında, sormayın gitsin. Sibel bir ara çakma Bülent Ersoy’a dönüp “Bülent hanım, ayaklarınızı Elie Saab ile yıkıyormuşsunuz, bir de bunu deneseniz” diye kendi parfümünü çıkarıp ortalığı kahkahaya boğuyor. (Bu arada onun parfümünü merak edenler için söyleyelim; Robert Piguet’nin Visa’sı.)



Kahkahalar attıran o güzel dostlar gidince Sibel’le yalnız kalıyoruz ve başlıyoruz konuşmaya… O cıvıl cıvıl sesiyle, ve o şahane enerjisiyle bana bir şeyler anlatırken ben kameraların bu kıza nasıl haksızlık ettiğini düşünüyorum. Çünkü gördüğüm her fotoğrafından, her film karesinden daha güzel Sibel karşımda dururken… Fıstık gibi valla kadın. Hep; “Gözleri çok güzel” derler ya. Aslında güzel olan bakışları. O nasıl bakışlar öyle, delip geçiyor adeta… 50 faktörlü güneş kremi sürsen korunamazsın, yakar insanı o bakışlar… Sibel’ın etkileyici bakışlarıyla süslenen sohbetimiz devam ederken birden fark ediyorum ki sahneye çıkmasına en az iki saat var…

“Benim için mi erken geldin?” diyorum…

“Ben üç gündür buradayım…”

“Şaka yapıyorsun…”

“Tabii şaka yapıyorum İzzet…”

Sonra gülerek anlatmaya başlıyor…   Gece yarısına doğru sahneye çıkmasına rağmen ortama ayak uydurmak için mutlaka çok daha erkenden gelirmiş kulise.14 yaşından beri böyleymiş bu… “Beti bereketi olur” diyor… Soruyorum tabii doğal olarak “Ne betiymiş bu?”

BENİM KULİSİM DİĞER ASSOLİSTLERİNKİ GİBİ OLMAZ

“Bana ilk Fahrettin Aslan söylemişti bu cümleyi” diyor. “’Gerçek sanatçılar fasıl başladığında kulise gelir,gazinonun bir numaralı kuralı budur’ demişti. O yüzden ben de sahneye çıkacağım zaman erkenden gelir kulise yerleşirim. Etrafı kontrol ederim, bizim çocuklar ne yapıyor diye bakarım.

Kulisin hep böyle sakin mi?

Evet, benim kulisim hep böyle sakin olur. Diğer assolistlerin kulislerindeki gibi kavgalar dövüşler falan yoktur benim kulisimde…


‘’Ekibimdekilerin ödleri patlar benden’ diyorsun yani…

Sen nasıl değerlendirirsen öyle. İster ödleri patlıyor de, ister saygıdan. Ama Ben erkenden geldiğim için mahcup olmamak için herkes saatinde gelir.

Geçen sefer kulise geldiğimde dua ederken görmüştüm seni. Hep dua eder misin sahneye çıkmadan?

Ediyorum tabii… Zaten dünya dualar üzerine kurulmuş. Önce mutlaka Ayet-el Kürsi okurum. Sonra bildiğim bütün duaları sıralarım.Dua etmeden sahneye adım atmam. Bir de mutlaka sağ ayağımla girerim sahneye. Uğur getirir.


67 KİLOYUM

Konuşurken dikkat ediyorum da, fazla kilolarını vermiş, iyice incelmiş…
Maşallah çok zayıflamışsın. Meşhur Sibel Can diyeti işe yarıyor olsa gerek.
Tamam tahmin et bakalım… Sence kaç kiloyum ben?
60 kilo varsındır…
Yok… 60 değil biraz daha fazlayım…”
E söyle hadi ama, kaç kilosun?
Balık etli kadının kilosu sorulmaz İzzet…
Az once bana ‘’Sence kaç kiloyum ben?’’ diyen sendin ama…
Neyse peki söyleyeyim… Tam olarak 67 kiloyum şu anda… Bu kilo konusunu kapatalım bence İzzet... (gülüyoruz ama alttan alttan sitem var)

Hep yüzün gülüyor, hiç mi mutsuz olmazsın?
Mutsuz olmaz olur muyum… Herkes gibi benim de vardır öyle zamanlarım.
Peki nasıl bastırıyorsun mutsuzluklarını?

Mutsuzluklarımı da gülerek karşılarım ben. Çünkü hayata öyle bakıyorum ve bunun bana güzel dönüşleri olduğuna inanıyorum. İnandığım gibi de oluyor çok şükür.

UĞURSUZLUKLAR ÜÇLEMESİ


Sonra Londra’ya geliyor konu. 2 gün önce dönmüş . “Süperdi Londra” diyor, anlata anlata bitiremiyor. Aile dostu İrma ile gitmişler.

Yanlış hatırlamıyorsam Londra’da evin vardı senin…

Evet fakat bu kez değişiklik olsun diye otelde kaldık. Ama öyle çok alışveriş yaptık ki bavullar odaya sığmıyordu artık. İşte zaten uğursuz üçleme de o zaman başladı…

Uğursuz üçleme mi?  Roman adı gibi valla… Nedir o?

Önce,sahne için aldığım bütün ayakkabıları takside unuttum. Louboutin’ler, Jimmy Choo’lar, bir de Yılbaşı gecesi için aldığım çok özel bir Roger Vivier ayakkabı vardı. 12 çift ayakkabının olduğu el valizini takside unutmuşum. Anlayacağın bir serveti takside unuttum

Eyvah eyvah… Bulabildin mi taksiyi peki?

Nerde… Hemen apar topar oteli aradık. Şansıma otelin taksisi değilmiş, gitti caanım ayakkabılar. Çoğu da özel koleksiyonlardandı. Gidip aynısını bulmam da imkansız. Ama inan hiç üzülmedim, “Her şerde bir hayır vardır” dedim.

İkinci uğursuzluğa geliyoruz galiba…

Artık dönüş günümüz gelmişti. Taksiye atladık, doğru havaalanına... İrma bir baktı, cüzdanı yok. Oteldeki kasada unutmuş. Haydiii, yarı yoldan geri dönersin, cüzdanı alırsın ama bir bakmışsın ki bu sefer uçak kaçmış… Kaldık tabii öyle bavullarla havaalanında…Bir sonraki uçağı bekle babam bekle

Nazar var, kesin…

Var tabi. İstanbul’a dönünce ertesi gün Nur’un (Yerlitaş) evine gittim. “Aman” dedim, “Belalar üçlenmeden bir kurşun döktürelim.”  Orada da, Nur’un çok kıymetli bir Baccarat vazosunu kırmaz mıyım…

Eee ama döktür artık şu kurşunu…

Sonunda Nur’un atölyesinde döktürdük de nazarı attık. En azından bir süreliğine…

Bu arada gözüm terliklerine takılıyor… Resmen otrişli, öyle şirin şeyler ki… Öyle alıcı gözlerle bakıyorum ki o terliklere, anlıyor beğendiğimi “Beğendin galiba, Al İzzetciğim senin olsun. Ayakkabılar gitti, terlikler de gitsin…” diyor ve der demez sahipleniyorum otrişli terliklerini…

                                                                   
MUAZZEZ ERSOY ‘UN BULAMADIĞI ŞARKILARI SEÇTİM

Sibel bugünlerde yeni albümünün heyecanını yaşıyor. Onun için ne kaybolan ayakkabıları sıkıyor canını, ne de başka bir şey. Bütün şarkıları seçmiş. Aralık sonunda stüdyoya girip okumaya başlayacakmış. Bir heyecanlı, bir umutlu ki sormayın gitsin. “Arşiv niteliğinde bir albüm hazırlıyorum” diyor… “Sibel Can Best Of’u mu olacak?” diye soruyorum. ‘Hayır’ diyor… Çok ünlü ve çok eski şarkıları bir araya getiriyormuş meğer…

Ama Muazzez Ersoy yapmıştı zilyon tane nostalji albümü…  Bir zamanlar nostalji ile kalkıp nostalji ile yatıyorduk. O tüketmedi mi ki bütün eski şarkıları?

Vallahi onun bile bulamadığı şarkıları seçtim. Ayrıca nasıl kaçırmış bunları ona da hayret ediyorum ya…!

Saçlarının rengini de değiştirmiş. Çok da yakışmış doğrusu. Bunu söyleyince gülüyor; “Aslında boya kutusunun üzerinde ‘soğuk sarı’ yazıyor ama ben ‘soğuk nevale’ diyorum. Şimdi bütün kadınlar kuaförlerine gidip ‘Soğuk nevale saçı isterim’ diye tutturuyorlarmış…

Öyle tatlı anlatıyor ki sormadan edemiyorum; Tekrar acılar ve mutluluk konusuna dönüyoruz

Bu kadar şey geçti başından. Mutluluklar da acılar da… Hep bu dalgalanmalara, yaşadığın bunca olaya karşı dimdik ayaktasın

Acısız hayat, yaşanmamış hayattır. Bir hikaye vardır, bilir misin? Adamın biri “Ben hayatımda hiç ağlamadım” demiş. Karşısındaki de “O zaman hiç yaşamamışsın” diye cevap vermiş. Ben sahneye çıktığım anda bütün acılarımı ve stresimi unutuyorum zaten. Tek dayanağım bu; sahneye çıkınca hayran bıraktırmak…

İnsanları kendine ’hayran ederek’ mi besleniyorsun yani?

Aynen öyle. Günün birinde doyduğumda, bırakacağım zaten…

Biz sohbete dalmışken zaman su gibi akıp gitmiş ve Sibel’in sahne saati gelmiş. Biraz once kulisteki herkesi kahkahaya boğan, makara yapan bu kadın, sahne ışıklarının altında tüm asaletiyle bir yıldız gibi parlıyor. Tam anlamıyla bir assolist var karşımızda. Şimdilik bu kadar… İzin verin de, Sibel’in sahnedeki büyüsüne kaptırayım kendimi…