Abone Ol

Gazeteci Tuğçe Tatari’den çok konuşulacak analiz: Abdullah Öcalan meşruiyetini kimden alıyor?

Gazeteci Tuğçe Tatari Türk medyasının Kürt sorunu karşısındaki samimiyetsizliğini sorguluyor: “Deniz Gezmiş’leri, Mahir Çayan’ları, İbrahim Kaypakkaya’ları romantize edip üzerlerinden siyaset devşirenler; Mandela’ları, Che’leri insanlık onurunun simgesi sayanlar, konu Kürtlere gelince farklı bir tutum sergilemektedir. Bu, solun en büyük hatalarından da biridir. Ama mesele ne sadece solun ne de sadece sağın meselesidir; mesele evrenseldir” diyor.

Gazeteci Tuğçe Tatari’den çok konuşulacak analiz: Abdullah Öcalan meşruiyetini kimden alıyor?

T24 yazarı Tuğçe Tatari’nin yazısı şöyle:

”Fiiliyatta milyonlarca insan için meşru olan bir lideri yok saymak, sadece Türkiye devletinin yaklaşık yarım yüzyıldır Abdullah Öcalan’la yaşadığı bir süreç değildir elbette. Devletler bazen yalnızca devlet aklının ve işleyişinin bazı temel soru ve sorunların çözümü olduğuna inanır. Çünkü devlet, aslında hantal bir yapıdır ve çoğunlukla esneyemez. Hele demokrasi anlayışından çok uzak bir devlet söz konusuysa, itiraz daha bir başkaldırıya dönüşmeden refleksler devreye girer ve devlet o başı ezmek ister.

Oysa halklar, tarihte de, tıpkı bugün olduğu gibi, devletle aynı refleksleri göstermez. Devletlerin ve devlet ahlakını önceleyen siyasi, ideolojik yapıların “yasa dışı” ve “terörist” tanımını keskin şekilde ortaya koyması, halkın o kişiyi “önder”, “lider”, “kurtarıcı” gibi sıfatlarla anmasına mani değildir. Halk bir kişiye “önderim” diyorsa, “liderim” diyorsa o kişi meşruiyetini halktan alıyor demektir.

Bir liderin ortaya çıkması, bir yapının veya örgütün belirmesi, devleti daha da sertleştirir. Devlet o başı ezmeye çalıştıkça çok daha büyük mağduriyetler yaratır; işler çözümden uzaklaşır. Devlet sertleştikçe, baskı arttıkça o lidere verilen destek artar; halk tarafından verilen meşruiyet azalmaz, aksine büyür. Bu paradoks tarih boyunca böyle süregelmiştir.

“Meşruiyetini devletten değil halktan alan ve silahlı/silahsız mücadeleyi seçen örgüt liderlerini sırala” deseniz, aklıma ilk gelen isim şüphesiz Nelson Mandela olacaktır. Ama ben George Washington’ı da ondan farklı bir kümede ele almayı düşünmem açıkçası. Fidel Castro, Mao Zedong, Yaser Arafat, Michael Collins, Che Guevara gibi isimleri de bu listeye yazarım. Buraya kadar kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Ama hemen sonra Abdullah Öcalan’ın adını da bu listeye yazdığımda aramızda bir sorun çıkıyor mu ona bakmak isterim. Çıkıyorsa neden çıkıyor veya kişileri, halkları neye göre katagorize ediyoruz da sorun çıkıyor onlara bakmak isterim.

Ama burada bir es verelim. Listelediğimiz -sadece aklıma ilk gelenleri yazdım, yoksa örnekler artırılabilir- tüm bu isimlerin ortak özelliği, bir devletin boyunduruğu / ayrımcılığı altında yaşayan bir topluluğa veya topluma karşı yürütülen eşitsiz, haksız, baskıcı, asimilasyona yönelik politikaların sonucunda doğmuş olmalarıdır.

Ezilen halk öyle bir noktaya gelir ki, kendini temsil edecek başka bir güce ihtiyaç duyar. Silahlı mücadele devletlerin gözünde meşru olmasa da, yasa dışı ve suç kategorisinde anılsa da, terörist de denilse;  o lider, dövülen, öldürülen, tecavüze uğrayan, açlıkla, aşağılamayla, işkenceyle yaşamaya mahkûm edilen o halk için meşruiyetini kazanmıştır artık.

Farkındayım, listede Öcalan olmayınca bu yazıda hiçbir sorun yok, evet. Ama Öcalan işin içine girince problem başlıyor. Tıpkı geçen gün Duhok’ta konuşan SDG lideri Mazlum Abdi’yi Türkiye medyası olarak neredeyse toptan görmezden gelmemiz gibi, Öcalan’ı da görmezden gelirsek ona meşruiyet sağlanamayacağına inanıyoruz. Buna neredeyse 50 yıldır inanıyoruz. Öcalan’ın liderliğinden vazgeçmeyen milyonlarca insana rağmen biz bunu sağlamanın bize bağlı olduğuna inanıyoruz. Mesela “Meclis Komisyonu Öcalan’a giderse meşruiyet kazanır” yorumları yapıyoruz; çünkü gerçekten de sanıyoruz ki bir liderliğin kabulü bizim tanımamıza bağlıdır.

Oysa ne ben, ne siz, ne de parlamentolardaki çoğunluk değildir bu liderlere meşruiyet kazandıran, Kürt halkıdır. Ve bu meşruiyeti, uğruna çok büyük bedeller ödeyerek sahiplenmiş ve sahiplenmeye devam etmektedir.

Burada Demirtaş ve Öcalan’ın neden ayrıştırılamayacağından, Demirtaş’ın neden bu hareketten kopup tek başına yürümeyi tercih etmediğini ısrarla anlamıyor oluşumuzdan da söz etmek gerekir. Kürt hareketini, doğuşunu, var oluşunu, süregelişini okumadan, öğrenmeden de anlayamayacağız.

Belki ‘Türkiye’de Kürt olmak’ meselesini enine boyuna çalışmak bile kimilerine ‘meşruiyet’ kazandırmak gibi geliyor, yoksa bu derece gerçeklikten uzak şeyleri savunmaya devam etmek, yerinde saydığını bile görememek mümkün olmazdı.

Sık sık öneririm; Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi kitabını. Burada da yeri geldi, yine önereyim. Hani bazı şeyleri neden kabullenemiyoruz, bazı kararların bizim himayemizde olmadığını, bizim bu konuda bir karar mekanizması, bir üst akıl, bir şart koşucu olmadığımızı neden kabul edemiyoruz –“biz” derken Türklerden söz ediyorum– diye düşünüyorsanız, lütfen o kitabı okuyun. Emin olun, güzel ve etkili bir yüzleşme yaşayacaksınız.

Bir halkın liderine hukuki meşruiyeti verip vermemek devletlerin elindedir, evet. Hukuki meşruiyet verilmiyorsa siyaset de yapamazsınız, özgürlüğünüze de kavuşamazsınız; bu da doğru. Ama devletler her zaman haklı değildir. Aksine, çoğunlukla haksız ve ezici pozisyondadırlar. Yukarıdaki küçük liste, aslında bunun da bir kanıtıdır. “Terör”, “şiddet” yöntemleri elbette desteklenemez; ancak bu tavır ayrı, halk hareketlerini sadece “terör örgütü” diyerek, “terörist” diyerek değerlendirmek akılsız bir “devlet aklı”dır! Bir insanı bir halkın gönlünde yüceltmek, onu önder ilan etmek, tüm devlet aygıtlarını da devreye soksanız, başarılabilecek bir şey değildir. Bu vesileyle, tarih okumayanlara, hiç olmazsa Türk milliyetçiliğinin partisi MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’nin, özetlemeye çalıştığım yarım yüzyıllık sürecin ardından Öcalan’dan “PKK’nın kurucu önderi” diye söz etmesinin üzerinde durmalarını önermek isterim.

Şimdi herkes tartışıyor, “İmralı’ya gidilsin mi gidilmesin mi” diye soruyor?

Ben de diyorum ki bir halkın lideriyle görüşmekten çekinen siyasetçiler, bu bağlamda güncel siyasetten kopacak, gerçeklikten uzaklaşacak ve çözüm odaklı bakamamaya mahkûm olacaktır. Elbette adaya gidilecek, tartışılsa da, eksikler olsa da gidilecek.

Gitmek Öcalan’a meşruiyet kazandırmayacak, ama bu yıllardır inkâr edilen meşruiyetle de yüzleşmek olacak.

Deniz Gezmiş’leri, Mahir Çayan’ları, İbrahim Kaypakkaya’ları romantize edip üzerlerinden siyaset devşirenler; Mandela’ları, Che’leri insanlık onurunun simgesi sayanlar, konu Kürtlere gelince farklı bir tutum sergilemektedir. Bu, solun en büyük hatalarından da biridir. Ama mesele ne sadece solun ne de sadece sağın meselesidir; mesele evrenseldir. Bu sorunu çözmek istemeyen, bir halkın iradesini yok saymak pahasına aynı sorunlu dil ve söylemlere devam edenlerin siyaset sahnesinden silindiği günleri görmek en büyük dileklerimden biri. 

Hayatında hiçbir Kürt ilinde bulunmamış, Kürtlerin hayatı hakkında hiçbir sosyolojik araştırma yapmamış, tek tecrübesi Mardin Bienali’nden ibaret olanların Öcalan’ı, halkını ve daha da ötesi Ortadoğu’daki tüm Kürt halklarıyla ilişkisini anlayamadan bu süreci değerlendirmesi… Ada ziyaretinin meşruiyet ihtiyacı olduğunu savunmakta diretmesi… Hem bir halkın iradesine saygısızlık hem de oturduğu yerden başkaları adına ahkâm kesmektir, dahası bu topraklardaki barış umuduna direnmektir. Ve bu düzey, düşünce insanlarının değil, kahvehanelerde yapılan gündelik sohbetlerin konusudur.”

Tuğçe Tatari / T24