Abone Ol

Deniz Gezmiş'i kurtarmak için Demirel'i kaçıracaklardı!

Medyafaresi yazarı Arda Uskan'ın DEV-YOL liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu ile yaptığı röportaj pazar günü sizleri 12 Mart dönemine götürecek...

Deniz Gezmiş'i kurtarmak için Demirel'i kaçıracaklardı!

ARDA USKAN YAZDI/ MEDYAFARESİ

12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde toplam 14 yıl hapis yatan, idam isteği ile yargılanıp müebbede mahkum olan, Dev-Yol ile başlayan devrimcilik mücadelesini ÖDP’nin kuruculuğuna kadar sürdüren bir isim Oğuzhan Müftüoğlu. Neredeyse çeyrek yüzyıl süren DEV-Yol davasının 1 numaralı sanığı olarak biliniyordu. Müftüoğlu ile o günlerde yaptığım bu röportajı bu gün yeniden okumakta yarar var diye düşünüyorum. Yakın tarihimizdeki kaos döneminde yaşananlardan bugün çıkarılacak çok dersler var çünkü. 

1970 öncesi Fikir Kulüpleri Federasyonu, Türkiye İşçi Partisi, Dev-Genç, Dev-Yol derken ÖDP’ye kadar uzanan bir yaşam öyküsü sizinki. Tabii ki hepsini birkaç satıra sığdırmak imkânsız. Benim sormak istediğim bazı satır başları ve o günlere ışık tutabilecek bazı anektodlar... Örneğin Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile aynı tarihlere rastlıyor değil mi devrimci harekete girmeniz. Deniz Gezmiş nasıl bir insandı?

Deniz’le benim şahsi bir yakınlığım olmadı. Onlar İstanbul’daydı. Ankara’ya geldikleri zaman karşılaşır, görüşürdük. O günler, benim Devrimci Gençlik Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi olduğum 12 Mart’ın öncesine tekabül eden günler. Onlar Ankara’ya geldiler. Bu kır hareketinin hazırlıklarını yapıyorlardı. 1970 darbesinden sonra hepimiz aranmaya başladık. Denizler yakalandıktan sonra Mahir (Çayan), Cihan (Alptekin) ve Ömer (Ayna) Maltepe cezaevinden kaçıp Ankara’ya geldiler.

Neden Ankara?

Deniz, Yusuf (Aslan) ve Hüseyin (İnan)’i cezaevinden kaçırmak için.

Onları siz mi sakladınız?

Ben de aranıyordum. Denizlerin kurtulması için Ankara’da bir hareketin içinde bulundum. Kaçak olarak saklandığımız evlerde. 1972 yılıydı. Mahirlerle beraber saklandık. Kızıldere öncesinde Denizlerin kurtarılmasıyla ilgili çalışmalar yaptık.

Bunu başarabilecek örgütsel bir güç var mıydı o zamanlar? Yoksa kurtarmak bir hayal miydi?

Bana kalırsa şöyle hayaldi. Sıkıyönetim ve asker, Mahir’i çok sıkı arıyordu, bir prestij meselesi yapmıştı. Kartal Askeri Cezaevinden kaçmış olması, Türkiye’nin her tarafında büyük operasyonlarla aranmasına neden olmuştu. O dönem, THKP-C’nin askeri kanadı vardı. Bu firarda askeri kanatın yardımı olduğunu anladılar ve operasyonlar çok daha sıkılaştı.


Askeri kanat dediğiniz ordu içindeki örgütlenme mi?

Evet.

Nerelerde saklanıyordunuz?

Çok mütevazi yerlerdi. Bazı ailelerin yanında saklanıyorduk. Ben yakalanmadan önce, Ankara’da epey ilişkilerim vardı. O güne kadar belki de çok fazla üstümüze gelmemişlerdi. Ama Mahirlerin Ankara’ya geldiklerini öğrendikleri zaman korkunç bir baskı başladı. Gece yarıları sabahlara kadar her mahallede istihbarat aldıkları, solcu bildikleri insanların evlerini basmaya başladılar.

Siz yer değiştiriyorsunuz tabii?

Bir yandan aranıyoruz. Mahirler yurtdışına kaçabilirlerdi. Ama Fransa Elçiliğini basıp elçiliktekileri rehineleri Denizler’le takas yapmak gibi bir planları vardı. Dedim ki, bizim elçilikte olduğumuzu öğrenirlerse, bırakın Deniz’i vermeyi, elçiliği de bombalarlar, elçi ile birlikte havaya uçururlar. Sonra Kızıldere’de bombalanıp öldürüldüler zaten.

Siz ne zaman yakalandınız?

Onlar Kızıldere’ye gitmeden önce yakalandım. Bizim ilişkide olduğumuz insanların hepsi tek tek yakalanmaya başladı. Bu arada Süleyman Demirel’i kaçırmayı tasarladılar Deniz ile değiş tokuş yapmak için. Demirel çok kilolu olduğu için ‘nasıl taşıyacağız’ diye düşünüp vazgeçtiler.

Süleyman Demirel’i bile kaçırabilecek bir örgütlenme var mıydı?

O zaman insanların gözü  karaydı ve ölümün üzerine yürüyorlardı. Her şeyi göze almışlardı. Ölümü göze alan insanın yapamayacağı  şey yoktur.

İlk yakalanışınızda cezaevinde ne kadar kaldınız?

O sefer üç yıl kaldım. 74’te çıktım.

Siz Dev-Yol’un merkez komuta başkanıydınız değil mi?

Öyle bir sıfatım yok.

Ama hep böyle biliniyor.

Benim ismim Devrimci Yol davasının bir numaralı sanığı olarak geçiyor. O dönem arkadaşlarla bir şeyler yapmaya çalıştık. Fikir kulüpleri daha sonra Dev-Genç oldu. Dev-Genç yönetimi daha çok THKP-C hareketinde taraftar buldu, Mahir Çayan’ın görüşleri doğrultusunda. 12 Mart’tan sonra devrimci gençlikle devrimci yol ayrıldı, Devrimci yol daha çoğunluktaydı.

Toplam olarak ne kadar cezaevinde kaldınız?

11 yıl kaldım. 80’den 91’e kadar.  Bizim dava 87-88’de bitti. Yargıtay’a gitti.

Karar neydi?

Karar anayasayı zorla ortadan kaldırmaya teşebbüs. Daha sonra biz Avrupa İnsan Hakları mahkemesine gittik. İdamla yargılandık, müebbet hapis verdiler. Ondan sonra infaz yasasından faydalandık.

Bu kadar uzun sürmesinin sebebi nedir?

12 Eylül’den önce bir siyasallaşma hareketi var. Toplumda değişik olaylar cereyan ediyor. Değişik görüşler, yayınlar yapılıyor. İnsanlar öldürülüyor. Buna karşı direniş hareketleri oluyor ve bunun içinden bir askeri idare gelip bir kesimi toplayıp bunlara toplu olarak dava açıyor. 10 binlerce kişiye. Artvin davasında yargılananların sayısı binin üzerinde. Artvin’in nüfusu on bin. Şehrin onda biri yargılanıyor devrimci yol davasından. Kimisi yardım etti, kimisi yataklık etti, kimisi yönetti. Kimisi silah buldu, kimisi propaganda yaptı. Kenarından bulaştı. Kimi bulmuşlarsa almışlar içeri. Zaten bu tümüyle hukuk dışı bir ortamdır. Bunu yönetenlerin kendileri zaten askeri bir darbe yaparak iş başına geliyor. Meclisi partileri dağıtıyor. Bu zaten suç. Ama başarmak suç değildir. Başarırsan zaten iktidara geçiyorsun. Bizim suçumuz başaramamak.

Dev-Yol’un bir kentte o kadar etkili olması nasıl mümkün oluyor? Mesela Terzi Fikri meselesi?

Orada bir halk uyanışı vardı.

Fatsa’ya asker giremez derlerdi.

Asker de vardı, polis de vardı, kaymakam da vardı, MHP’lisi de vardı, Komiteleri de vardı. Belediye başkanı her mahallede komiteler kurmuştu.

Başlı başına bir yönetim orası.

Ama komitelerin içinde MHP’liler de vardı. Türkiye’de o dönemde gece sokağa çıkılabilen tek kent Fatsa’ydı. Hiçbir olay olmazdı. 1980 öncesi. Sokakta gece değil, gündüz bile insanlar öldürülürdü. Fatsa’da hiçbir silahlı olay olmazdı.

Yani özerk bir yönetimi varmış, bir belediye başkanının kurduğu bir yönetim…

Fatsa da herkes hayatından memnun. Civardaki Adalet Partili belediyeler bile partilerinden istifa ediyorlar. Çünkü orada hoş bir şeyler oluyordu. Halkın sözünün geçtiği bir yer. Kavgayı kışkırtan bir idare yoktu. Bugün Porteallegre’de de aynı yöntem uygulanıyor, mahalle komiteleri kuruluyor. Ve onun üzerine bir rejim oturtulmaya çalışılıyor. Bu, demokrasinin kendisi. Bir ülkede halk kendi kaderini belirleme konusunda yetkili olursa sorunlar çözülür. Bir takım silahlı güçlere gerek kalmaz. Halkın kendi iradesini kullandığı, karar sahibi olduğu her yerde sorun çözülür.

Belediye Başkanı Fikri Sönmez de sizin içinizden bir arkadaştı değil mi?

Tabii ki devrimci yol hareketinde çalışıyordu. Orada terzi, emekçi ve halkın sevdiği bir insan. O dönemde belediye başkanı seçimleri yapılmıştı. Bağımsız olarak girdi ve kazandı. Diğer bütün partilerin toplamından çok daha fazla oy almıştı. “Fatsa’yı komiteler kurup halkla beraber yöneteceğiz,” dedi. Onlar kararlaştıracak, biz yöneteceğiz yolunun kapısını açtı. Sekreteri olmayan bir belediye başkanıydı ve odasının kapısı sürekli açıktı. Fatsa halkıyla beraber Fatsa’yı yönettiler. 80 öncesi Türkiyesinin en sakin yerlerinden birisiydi. Ama bundan rahatsız oldular. Hükümet dedi ki, bu bir örnek. Ben hatırlıyorum galiba Oktay Ekşi’nin bir yazısı vardı, “Bırakırsanız bu ülkeden yüzlerce Fatsa çıkar,” diyordu. Türkiye’nin pek çok yerinde yolsuzluklar vardı, rüşvetçilik, halk belediyelerden şikâyetçi ama orada böyle hiçbir şey yok. Bırakırsanız her yer Fatsa’ya döner.

O günlerde Çorum katliamı olmuştu. Demirel oraya gitmişti. Gazeteciler olayları sorunca, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın,” demişti. “Hadise Fatsa’dadır.” Ondan sonra askeri birlikleri gönderdiler. Direniş olmadı, askeri birlikler girdi içeriye. Davalar açıldı, insanlar yargılandılar. Devrimci olan insanların hepsini topladılar, işkence yaptılar. Asıl yargılanması gereken, bunları yapanlardır. Daha sonra Fatsa, Türkiye’nin diğer yerlerinden farksız bir yer haline geldi. Ama kafalarda öyle bir imaj kaldı. Bir takım şeyler yapılmasaydı bu kadar sözü edilmesi imkânsızdı. Tabii tatsız şeyler olmuştur. Türkiye’de her şey güllük gülistanlık değildir. Ama baktığın zaman Türkiye’nin o karanlık tablosu içinde halkın birbiriyle dayanışma içersinde bir umut ışığıydı.

Cezaevinde uzun bir süre kalmak insanın umudunu kırmıyor mu?

Sanıldığı gibi değildir. Benim dışarıda geçirdiğim yıllardan daha azap verici gibi gelmiyor şimdi. İnsanın ölüme direnç kabiliyeti çok yüksektir. Eğer haksız yere girdiğine inanıyorsa ve bu inançlarını sürdürüyorsa insan o koşullara bağlanmakta zorluk çekmez. Ben hücrelere benzer yerlerde kaldım, altı sene. İnsanlar kendi inançlarını koruyabildikleri sürece bağlanacakları şey çoktur. Zaman da zaten akıp gider, çok çabuk geçer. Sanıldığının tersinedir. İçeride hücrelerde zaman daha hızlı geçer. Çünkü her şey birbirine benzer. Rutindir. Bir süre sonra zihin birbirine benzer şeyleri birbirine bağlıyor sürekli tekrar ettiği için. Tabii ki insanlar çok büyük acılar çekerler. Tabii ki o cezaevleri şimdi insanların Irak’ta tepki gösterdikleri cezaevlerinden farklı değildi. Oradaki yapılan şeylere benzer şeyler bizim cezaevlerinde de yapıldı. Biz kendi insanlarımıza yapıyorduk. Herkesin şimdi Amerikalılardan nefret ettiği fotolardaki kareler kendi insanlarımıza da yapıldı. Ama insanların amaçları onların direnmelerini de sağlar.