Abone Ol

Canan Ergüder'in karanlık tarafı

Üstümüzde gece, arkamızda şehir, önümüzde ise içindeki maskulen tarafı açığa çıkarıp kendisiyle yüzleşmeyi seçerek bambaşka bir katmana yükselen Canan Ergüder var. Güzel oyuncu ELELE dergisine bilinmeyenlerini anlattı

Canan Ergüder'in karanlık tarafı

Canan Ergüder... GALERİ

Şimdi, öfkesini bir ‘adam’ olarak yorumlayan bir kadının içinde yatan erkeksi yanıyla yüzleşmesine tanık olacaksınız.

Karanlık çöküyor, buluşma anı gelip çatıyor. Bu kez çekim hikayemiz gece saatlerinde cereyan ediyor. Zira o saatlerde şehrin tepesine çıkıp, çekici bir kadını maskulen gösterme arzumuz bir ay önce Canan Ergüder’e, ‘Sizin karanlık yanınız nedir?’ sorusunu sorma kararımızla alevlenmişti. O her ne kadar, “Kontrolsüzlük sevdiğim bir durum değil. Duygularımın bir yığın zıplayan pinpon topu gibi olmasını pek sevmiyorum” dese de içindeki karanlık yanın öfkeyle bir ilgisi olduğunu itiraf etmiş ve Canan Ergüder’e dair bir yüzleşme yazısı kaleme almamıza imkan tanımıştı.

“Öfkemi dışa vurduğum zamanlarda içimde yaşayan başka bir kişilik ortaya çıkıyormuş gibi hissediyorum. Sanki öfkem bir adam. Konuşması, yürüyüşü, duruşu, her şeyi farklı. Fakat zamanla fark ettim ki, bu adam Türkiye’de yaşadığım süre içerisinde daha belirginleşti.” Hayata genelde aydınlık tarafından bakma konusunda ısrarcı olan, canlandırdığı karakterlerle çarpıcı bir oyunculuk sergileyen Canan Ergüder’i kendisiyle yüzleştirmek elbette kolay değil.

“Herkes gibi benim de karanlık bir tarafım var. Bunu en çok öfkelendiğimde hissediyorum. Öfke güzel bir duygu değil tabii. İnsanın dengesini, resmen kimyasını bozan bir duygu” diye anlatıyor içindekileri. Esasında karanlık bir hikaye anlatmıyor; sadece Amerika’dan İstanbul’a gelişiyle birlikte değişen yaşamının içinde yarattığı değişikliklerden bahsediyor: “Öfkenin içindeki erkeksiliğin, yani sokakta kalkanım olarak kullandığım boyutun farkına yakın geçmişte vardım. Ben kendi kararlarını alan, kendi sorumlulukları olan yetişkin bir kadın olarak 8 yıldır Türkiye’de yaşıyorum. Ondan önce Amerika’daydım. Amerika’da sokaktaki yaşamımda, insanlarla iletişimimde bunu hissettiğimi hatırlamıyorum. Türkiye’ye taşındıktan sonra farkına vardım ki, çeşitli durumlarda, özellikle trafikte veya sokakta enerjisinden hoşlanmadığım bir grup veya tek erkekle karşılaştığımda, kendimi koruma altına alıyorum.”


Bu ülkede yaşayan bir kadının açık yüreklilikle yaptığı bu itiraf elbette biz kadınların kendine oldukça yakın hissettiği bir durum. O bunları anlatırken düşünmeden edemiyorum, bu şehrin rolü neydi içsel değişiminde? Sözlerine şöyle devam ediyor; “Bu değişimi sadece İstanbul’la kısıtlamıyorum. Benim iç dürtüsel olarak verdiğim bu tepki toplumsal bir olguya karşı. İstanbul’da sokakta karşılaştığım insanlar Türkiye’nin her yerinden. Bu toplumsal ataerkil karakteristiğe şehir hayatının getirdiği agresyon eklendiğinde benim içimdeki erkek için güzel bir ortam oluşmuş oluyor.” Peki, içindeki erkeksi yanı serbest bıraktığında nasıl birine dönüşüyor Canan Ergüder? “Daha az kadınsı gösteriyorum kendimi. Omuzlarım kareleşiyor. Bacak ve kalça kaslarımı sıkıyorum. Boynumu sıkıyorum. Daha pes bir tondan konuşuyorum. Göz kontağı ya hiç kurmuyorum ya da direkt karşımdakinin gözlerinin içine bakmaktan kaçınmıyorum. Durumuna göre değişiyor. Okuyucuların, bu kadar ayrıntıyla anlattığımda sanki bunu planlı yapıyormuşum kanısına kapılmasını istemem. Bu istemsiz olan, kendimde sonradan keşfettiğim, gördüğüm bir durum oldu. Ne kadar spesifik bir olay anlatamasam da, yaşadığım deneyimlerden çıkıp, sakinleşmiş halime döndüğümde, ‘Off, içimden resmen bir kabadayı çıktı’ dediğim anlar bunlar. İnsanların bana söylediği her şeyin gözlerimden okunduğu oldu hep. Sesimi yükseltmeme gerek kalmıyor. Yükselttiğim de olmuştur elbette ama bu bana aşırı yorucu geliyor. O yüzden çok fazla bağırmayı sevmem. Bazen kilitleniyorum. Söylemek istediğim şeyler sonradan geliyor. Ama dediğim gibi bu öfkenin derecesine, karşımdakinin kim olduğuna bağlı. Erkek tarafımı devreye soktuğumda fiziksel değişimlerin yanı sıra tavrımda da netlik oluyor. Keskin, kısa, amacına ulaşan cümlelerle konuşuyorum.”


“KENDİ ÜLKEMDE KADINLIĞIMI KAPATMADAN YAŞAYABİLMEYİ İSTERİM”

Onu daha iyi anlamak adına biraz daha derinlere inmeye, eskilere gitmeye karar veriyorum. Hep korunaklı bir ortamda büyümüş olmasının hayattaki zorluklarla mücadele için böyle bir role bürünmesinde ne denli etkili olduğunu merak ediyorum. Önce, ‘role’ değil ‘katmana’ diye düzeltiyor beni, sonra devam ediyor anlatmaya;“Şehir hayatının getirdiği sertlik bütün büyük metropollerin popülasyonlarında görülen bir şey. Ama içimdeki erkeği devreye sokmak buradaki yaşantıma ait bir durum, New York’ta bu karakter devrede değildi.”İnsan sormadan edemiyor o anda, İstanbul’da bir erkek olarak doğmuş olmayı ister miydi? “Hayır. Ben olduğum gibi olmak istiyorum. Mümkünse kendi yaşamım içerisinde kendi ülkemde kadınlığımı kapatmadan yaşayabilmeyi çok isterim. Şimdilik şartlar buna el vermiyor. Bunun içinde de nasıl var olabiliyorsam öyle var oluyorum.” Haklıydı, bu ülkede kadın olmak zordu. Hepimizin aklından zaman zaman geçmiyor muydu, erkek olsak ilk neyle mücadele edeceğimize ya da neyi durdurup, bitirmeye çalışacağımıza dair düşünceler... Canan ise bu anlık geçişi şu cümlelerle tamamlıyor; “Aslında şimdi bahsedeceğim konuda cinsiyet önemli bir unsur değil ama bu toplumda erkekten gelse belki daha fazla dikkate alınır. Ben özellikle kız çocuklarını eğiten programların yapılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar geleceğin anneleri. Onlar doğru yetiştirilirse, toplum ancak öyle değişir, öyle aydınlanır.” Bir anda aklıma düşüyor, sırf kadın olduğu için Canan’ı çok yaralayan, içindeki erkeksi yanı tetikleyen bir durum yaşamış olabilir miydi? “Hayır. Böyle bir durum yaşamadım. Çevreden tabii ki hikayeler duydum. Ama önceden bahsettiğin, içinde büyüdüğüm korunaklı ortam, beni böyle şeylerden korudu. Bana erkek rol modeli olan babam da kadın rol modeli olan annem de son derece aydın fikirli insanlar. Kadınlığımı, kimliğimi kapatmamı bana kodlamadılar. Ama ne olursa olsun erkek kimliği baskın bir toplumda yaşıyoruz. Kültürel kodlamaların önüne geçilemez. Ben de tabii ki sosyokültürel nasibimi almışım. Sadece kadın olduğum için yaralandığım olay yakın bir tarihte oldu. Önde gelen liderlerimizden bir tanesinin başka bir kadın siyasetçimize, ‘Bir kadın olarak sus’masını söylediğinde...” Hangi noktada kontrolünü tamamen yitirebileceğini sorduğumda ise başka bir insan tarafından zarar görmekte olan bir kadın, bir çocuk ya da birhayvan gördüğünde müdahale etmeden asla duramayacağını söylüyor.

“ŞAHSIMA YAPILAN HAKSIZLIK BENİ ÇİLEDEN ÇIKARIYOR!”

Bu kez de söz ‘Star Wars’un yedinci filmine sayılı günler kala aklımıza takılan şu cümleye geliyor; ‘Korku, karanlık tarafa giden yoldur. Korku öfkeye, öfke nefrete, nefret ise acıya yol açar.’ Korku ve öfke adeta iç içe girmiş bir girdap gibi hayatlarımızı yönetiyordu. Peki, ya başarılı oyuncu öfkenin ardında gizlenenler hakkında ne düşünüyordu? Onun korkusu neydi? “Korku hissettiğimiz zaman tehdit altında olduğumuzu hissediyoruz demektir. Böyle olduğunda, ya korkumuzu gösteririz, ki bu en sağlıklısı olurdu, ya ağlarız ya karşı tarafı manipüle ederiz ya da öfkeleniriz. Ama korkuyu göstermek dışındaki hepsi birer kalkan. Maalesef biz çocukluğumuzdan itibaren bu korkuların üstünü kapatmayı öğreniyoruz. Kadın-erkek fark etmez. Hangi kültürden olduğunuz da fark etmez. Çünkü böylesi o an için biz insanlara daha kolay geliyor. En temel korkunun da ölüm korkusu olduğuna inanıyorum. Hayatta yaşadığımız bütün korkuları bir şekilde buna bağlayabileceğimize inanıyorum, yani yok olma korkusuna.” Hepimizin içine korku salan yok olma fikrinin öfkeyi tetiklediği kaçınılmaz. Ama merak ediyorum en çok hangi durumlarda Canan’ın derinlerinde gizli olan bu karanlık yan ortaya çıkmak için savaş veriyordu?


“Haksızlık sanırım beni en çileden çıkaran şey. Özellikle şahsıma yapılan haksızlık ve savunmasız konumda sayılabilecek insanlara, hayvanlara yapılan haksızlık... Hani ‘kan beynime sıçradı’ deriz ya. Ben o sıçrama anını hissediyorum. Ama şunu söylemem gerekir ki, kendimi öfkemin içinde kaybetmem. Kaybolduğum zamanlar ender olmuştur. Bu öfke, şehir hayatında her gün karşılaşabileceğimiz, bizi ifrit eden durumlarda, hayatta belki de bizi bir daha görmeyecek insanlarla iletişim kurduğu zaman boyut değiştiriyor. Başka bir karaktere büründüğümü hissediyorum. Daha önce bahsettiğim gibi erkekleşiyorum. Aslında kadınsılığımı da yine koruyorum ama sadece dipte bir yerlerde... Çünkü toplumda hissettiğimiz baskın erkek enerjisi seni bir kadın olarak ancak böyle ciddiye alıyor. Onlarla iletişim kurmak istiyorsam ‘vıdı vıdı’yı andıran bir ses tonundan ziyade ‘höt zöt’ü andıranı tercih etmek kolayıma geliyor. Çünkü karşımdaki ancak öyle sineye çekilebiliyor.”

Canan Ergüder: Gülfem gibi yaşasam kanser olurum
Canan Ergüder: 30 saniyeme kıydılar

‘Öfke sizce nedir?’ sorusuna ise kendisi gibi alışılmışın dışında bir cevap veriyor;“Öfkeyi, vaktinde ifade edilmemiş kızgınlıkların bütünü olarak da tanımlayabiliriz. İçimde dinmeyen bir öfke yok. Benim öfkemin kendimden başka kimseye zararı yok. Duyguların bastırılmaması gerektiğine inanıyorum. Zaten duygular zamanında ifade edilmiş olsa öfke boyutuna geçilmez ki. Ben de hayatımda bunu uygulamaya çalışıyorum yetişkin bir insan olarak. Tetikleyici ortamlarda bulunmamak, tetikleyici şahıslardan da uzak durmak en akıllıcası.” Canan’ın kendisiyle yüzleşmesine tanık olduğum bir gecenin sonunda, şunu söyleyebilirim ki, onun hikayesinde adı öfke olan bu duygu yoğunluğu esasında Canan’ın kendini koruma mekanizmasıydı. Yaşadıkları ve deneyimleri sonucu işe yaradığını birçok kez test etmişti. Üstelik tanımadığı bir insana karşı kontrollü olmasını sağlayabilmesini de aynı nedene borçluydu. Son olarak, karanlık yanıyla olan yüzleşmesini samimi bir özeleştiriyle kapatıyor Canan Ergüder;“Sanırım erkeksi olan öfkemi değil de, özümde hissettiğim korkuları ve öfkeyi aileme en doğru hissettiğim şekliyle yansıtıyorum. En kalkansız, en saf haliyle. İşte insan o zaman kırıcı olabiliyor. Hani en çok sevdiklerimizi kırarız gibi bir durumumuz var ya biz insanların. Çünkü onlar bizi kalkansız halimizle severler. Ne kadar kalkanlarımızın çoğuna sebep olmuş olsalar da... İşte o zaman bende devreye vicdan giriyor. Özür dilemesini bilen biriyim. Özeleştiri yapmasını da. Adım atmasını da.” Hepimizin, içinde var olan öfkeyle karanlık mücadelesine küçük de olsa bir ışık tutması umuduyla...