Abone Ol

Arka Sokaklar'ın sırrı ne? Senaristinden özel açıklamalar!

MEDYAFARESİ ÖZEL- Yarın gece 230. Bölümü yayınlanacak olan Arka Sokaklar'ın senaristi Ahmet Yurdakul, Medyafaresi yazarı Arda Uskan'a konuştu!

Arka Sokaklar'ın sırrı ne? Senaristinden özel açıklamalar!

ARDA USKAN / MEDYAFARESİ

Senaristinden fenomen dizi Arka Sokak’ların sırrı ve genç  senaristlere öğütler

“Senaryo yazmak, insanın kendisine bir hapishane yaratmasıdır”

Yarın gece Arka Sokakların 230. Bölümü ekranlara gelecek. Dört yılı aşkın bir süredir reytinglerde 1 numaradan inmeyen bu televizyon fenomeninin sırrı ne? Kısa bir süredir kalemini oğulları Ozan ve Sinan’a devredip dizinin senaryo danışmanlığını yapmaya başlayan senarist Ahmet Yurdakul ile Medyafaresi yazarı Arda Uskan konuştu.    

‘Kahramanlar Ölmeli’ ve ‘Korsanın Seyir Defteri’ isimleri size belki bir şey ifade etmeyebilir. Ama Ahmet Yurdakul, bu iki romanı ile Yunus Nadi ve Orhan Kemal ödüllerini kazanmış bir edebiyat ustası. Oysa ‘Köprü’,  ‘Gurbet Kadını’ hele hele ‘Arka sokaklar’ deyince kulaklarınız dimdik olur. Aynı Ahmet Yurdakul, bunlar ve bunlar gibi pek çok uzun nefesli dizilerin de senaristi. Onunla, Türkiye’deki dizi sektörü üzerinde biraz sörf yaptık. Eğer “Bu işte çok para var” diye senaryo yazmak istiyorsanız Yurdakul’un  deneyimlerine kulak vermenizde yarar var.

Sen aslında bir romancısın. Bu işe geçmeden önce de ciddi şirketlerde üst düzey yöneticilik yapıyordun…


Bir zamanlar pırıl pırıl bir hayatın vardı, buraya nasıl düştün diyeceksin…


Lafı  ağzımdan aldın…


TRT’de Kurtuluş dizisi çekilirken İzmir’da bir şirketin genel müdürüydüm. TRT’den bir yapımcı ilk kitabımdan ‘Vurguna İnmek’ adlı hikayeyi dizi yapmak istediğini söyledi. Senaryosunu yazdım çekim başladı. Başrolünde Mehmet Aslantuğ oynuyor. Arada bir İstanbul’a gelip Mehmet’le konuşuyoruz…O zamanlar gencecik bir Mehmet Aslantuğ ve bu günkü kadar yaşlı olmayan bir Ahmet Yurdadakul.,, Ama o hikaye orada bitti.


Ama Aslantuğ iule dostluğunuz bitmedi…


Hayır, yedi sene geçti aradan. Ben kitaplarımı yazmaya, Mehmet de oyunculuğa devam etti. Bu arada iki altın portakal aldı. Benim de Yunus Nadi ve Orhan Kemal ödüllerini aldığım yıllar… Bir kitap üzerinde çalışıyordum. Bunu Mehmet’le paylaştım. Mehmet, kendi yapım şirketini kurmuş, benim yazdığım öyküyü ATV’ye kabul ettirmiş. “Gel İstanbul.Batarsak birlikte batarız” dedi… Sonra bastım istifayı, İstanbul’a geldim. O projeyi birlikte yaptık.


Hangi diziydi bu?


‘Sıcak saatler’ Öyle tuttu ki tam üç sezon devam etti. Yani bu yollara düştüysem tek suçlusu ben değilim. Mehmet Aslantuğ’un da vebali vardır bu işte.


Filmografinde Kemal Tahir’in ‘Esir Şehrin İnsanları’ dizisinin özel bir yeri vardı. O dizi tam anlamıyla bir edebiyat uyarlamasıydı.


TRT’de 2002’de yayınlandı. Emre Kınay, Fikret Kuşkan, Halit Ergenç oynuyordu. O, başı sonu belli bir uyarlamaydı.


Siz  bunu beş  bölümde bitirdiniz ve romana sadık kaldınız…


Tamamen sadık kaldık denemez. Ama Kemal Tahir’in dünyasına, bakış açısına ve dönemin atmosferine bağlı kaldık. Uyarlamalarda romana sadık kalmak, romandaki olayları aktarmak ve onun dışına çıkmamak olarak anlaşılıyor. Oysa aslında romanı sinemaya ya da diziye uyarlarken onun dünyasına sadık kalarak, romanın dışına çıkmak gerekir.


Birebir aynı  olsa, Oscar ödüllerinde ‘senaryo uyarlaması’ diye bir dal olmazdı zaten. Şuraya gelmek istiyorum, ‘Aşk-ı Memnu’, ‘Yaprak Dökümü’ gibi diziler romana sadık kalmamakla ve lastik gibi uzatılmasıyla eştiriliyor. Buna katılıyor musun?


Bunun yanıtı, neyi uyarladığınızla ilgili. Bazı yapıtların açılımları uzamaya elverişidir, bazılarını uzatamazsınız. Örneğin ‘Aşk-ı Mennu’ ve ‘Yaprak dökümü’. İkisi de iyi diziler ama uyarlama tanımını ‘Yaprak Dökümü’ daha fazla hak ediyor. Konusu gelişmeye açık. ‘Aşk-ı Memnu’ ise zaten başta Abdülhamit döneminin baskısını dışarıda bıkarmış. Son derece politik olan bir romandan sadece aşk öyküsünü ele alınca, söyleyeceği bir şey kalmıyor. Ama iyi bir dizi, o başka.


İstersen biraz komik duruma düşürelim kendimizi… Birlikte yazdığımız ilk senaryo Suat Yalaz’ın ‘Karaoğlan’ıydı. 12-13 bölüm filan yayınlandı. Sonra çöktük.


Aslında şu andaki aklım olsa o işe girer miydim bilmiyorum. Çizgi romanların özünde, romanalarda olduğu gibi yapıta kimlik katan bir cümle yoktur. Bu gibi çalışmaları sinemaya aktarırken biraz daha uzun süren süre yapmak gerekir. Sağlam bir omurga çıkarıp işe öyle başlamak lazım. Bu  ikimize yönelik bir özeleşiri aslında Yapım firmaları insanın iki ayağını bir pabuca sokar, bir an önce başlayalım, diye. O işte de, öyle olmuştu.


Senin yarattığın ve en sevmediğin kötü karakterin hangileri?


Ben kötü karakterlerimi çok severim, onlarla daha iyi bir diyalog kurabilirim. Mesela ‘Köprü’deki terörist karakterler, dizide hiçbir zaman aklanmamalarına rağmen, insanlar sokakta onlardan imza alırlardı. Onların da insan olduğunu hiçbir zaman unutmam. Onun da zamanında bir çiçeği koklamışlığı, bir kadını sevmişliği vardır. Sonuçta insandır. Böyle düşünürsen, o karakteri onaylamak değil ama anlamak mümkün hale gelir.


Oyuncular da müdahale ediyor bu işe. Örneğin birlikte ‘Ezo Gelin’ diye bir diziye  başlamıştık, sonunda Nurgül Yeşilçay su koyuverdi. Rolünü az bulmuş.…


Ben de bıraktım gittim. Bu iş, egoların önce kendi içimizde öne çıktığı, sonra birbirimize karşı bilendiği bir iştir. Baştan yapımcıyla anlaşırsın, bazen star oyuncu devreye girince bastığın zemin kayganlaşmaya başlar. Yürürsen düşeceğini bilmelisin. Böyle durumlarda ben arkamı dönüp gidiyorum.


Sen gidiyorsun, ben de ortada kalıyorum…


Evet sana böyle birkaç proje borcum var…


Genç  insanlar bu işte çok para var diye senaryoculuğa heves ediyorlar. Onlara ne önerirsin?


Buna sadece para kazanılacak bir iş olarak bakarlarsa fena halde yanılırlar. Bu iş insana iyi para kazandırır, ama verdiğinden çoğunu da alır. Senaryo yazmak, insanın kendisine bir hapishane yaratmasıdır. Bu röportaj için buluşana kadar dokuz gündür evde yazıyordum. Buna katlanabilmek için, yaptığın işi tutkuyla sevebilmek, her an yeniden başlayabilmek yürekliliğini göstermek gerekir. Sadece paraya endeksli olarak, tüketim keyfini amaçlayarak bu işe başlarsan çok çabuk yorulursun. Bu tutkuya sahip olmayanlar hiç senaristliğe bulaşmasınlar derim ben.


Arka Sokaklar dizisindeki polisler ne kadar gerçek. Karakterlerin hepsi sinematografik ama bizde de böyle polisler var mı? Altlarında jip filan, biraz Amerikanvari durmuyorlar mı ekranda?


Hepsi gerçek mi dersen, değil. Ama asla Amerikan değiller. Dizinin 250 bölüme yaklaşmasının sebebi de bu zaten. Mesela bir rock barda sahneye çıkabilecek görüntüde, küpeli uzun saçlı polisler var. Jip’i bilmem ama Harley Davidson motorsiklet kullananını gördüm. Ama bunlar Türk derken kastettiğim şu: Dış görünüşlerinin altında, sosyolojik olarak oturdukları zemin, insan ve aile ilişkileri, birbirlerine olan davranışlarıyla tamamen bu toplumun ürünü ve sahici tipler.


Ama biraz idealize edilmemişler mi?


Gerçekçi olmayan yanına gelirsek, idealize edilmiş tarafları da var. Ama bu tarafları, tarafımızdan taammüden idealize edilmiştir. Biz polisi, Cumhuriyet ilkelerine bağlı, demokrat oluşları ve hümanist olarak idealize ediyoruz.


Çok abartmıyor musun?


Bunda hiçbir sakınca görmüyorum. Bu polisi insanların gözünde sempatik göstermek uğruna yapılmış bir şey değil. Arka Sokaklar’da pek çok olumsuz polis örneklerini de sergiledik.


Mesela Tarık Akan’ın bir tavrı var: “Ben polis oynamam” diyor.


Tarık Akanla empati kurduğum zaman onu çok iyi anlayabiliyorum. Bizim kuşağımız, polisle hiç arası olmayan bir kuşaktır. Ben de öğrencilik yıllarımda polisle çok köşe kapmaca oynamış bir adamım. Ben bu cümleyi şöyle kurmayı tercih ederim: Hayatta hiçbir güç bana polislik yaptıramaz… Ama bir polisi yazabilirim.