Serçe Sarayı’nın temeli sağlam, desteği az!

Sapla samanın birbirine karıştığı, neyin eğri neyin doğru olduğunun iyice belirginsizleştiği bir acayip karmaşa hâkim hayatımızın her alanına. Bu tartışmalı süreç televizyon dünyasında da çelişkili manzaralarla yüzünü göstertiyor. FOX’un ‘Kocamın Ailesi’ ile büyük ilgi topladığı ve ‘Kurtlar Vadisi Pusu’ya kafa tuttuğu Perşembe gecelerinin...

Anibal Güleroğlu Yazar guleranibal@yahoo.com

‘Ayrılsak da Beraberiz’ isimli eski TRT dizisini revize edip ‘yeni proje’ olarak sunan TV 8’in bol destekli ‘Maral’ıyla ilgili başlangıç eleştirimi yapmıştım zaten. Dolayısıyla sonradan gerek Hazal Kaya’nın oyunculuk başarısı, gerekse medya-fan ikilisinin takviyesi sayesinde belini doğrultmaya başlayan ‘Maral’ın senaryo gidişatıyla ilgili yeni eleştirimi zamana bırakıyor ve ‘Serçe Sarayı’na geçiyorum. Bu noktada bir parantez açıp, diziyi neden ‘Maral’ gibi hemen yazmadığımı soranlara da cevap vereyim… ‘Serçe Sarayı’nı masaya yatırmak için özellikle birkaç bölüm bekledim. Çünkü açılış konusunu ‘Maral’a kıyasla daha elle tutulur sağlam bir temele oturtarak gerçekçi duran ve iyi bir sonuçla başlangıcını yapan dizinin nasıl bir yol haritası çizeceğini görmek istedim. Bu izahatı da verdikten sonra gelelim Serçe’nin sarayından yansıyanlara…

BİPOLAR HASTALAR RENCİDE EDİLDİ

Önce kötü haberi vermek adettendir. Bu nedenle ben de ‘Serçe Sarayı’nın sergilediği olumsuzluklardan başlayacağım söze.İlk vurgulamam, bipolar hastaları ‘tecrit edilmesi gereken’ yaratıklar gibi göstermesinin yanlışlığı! Söylem tarzı, toplumda ‘Bipolar Bozukluk’ yaşayanlara yönelik önyargı uyandıracak türdendi… Ki, eminim psikiyatri uzmanları da bu tarz yaftalamalardan hoşnut kalmazlardı. Tolga’nın annesinin ‘Saldırgandır, annesine bile saldırıyor’ şeklinde kullandığı aşağılayıcı, kışkırtıcı ifade şekli... Ali Rıza’nın öğretmen bilinciyle bağdaşmayacak biçimde Tolga’nın üstüne yürümesi ve ‘Seni kendi ellerimle kapatırım’ gibisinden Bipolarların ‘tımarhanelik’ hastalar olduğu kanısını uyandıracak cümleler sarf etmesi… Tolga’nın Sinem’le ilişkisinin ‘Bipolarlar aşk yaşayamaz, kimseyle birlikte olamaz’ algısını uyandıracak bir sunumla engellemeye çalışılması… Tüm bunlar dizinin yanlış biçimde empoze ettiği ve asla olmaması gereken çirkinlikler! Replikleri yazanlar böylesi kötücül konuşmaların diziyi izleyen Bipolar Bozukluk hastası kişiler üstünde nasıl bir etki yaratabileceğini düşünmemişler mi acaba? Düşünselerdi yazmazlardı.Oysa Amerika’da 18 yaş üstü nüfusun yaklaşık % 3’ünde görülen ve yaşamsal şartlarla gittikçe yaygınlaşan Bipolar Bozukluk tıpkı diğer psikiyatrik durumlar gibi topluma ‘öcü’ olarak sunulmaması gereken bir rahatsızlık. En basit tıbbi tanımla, Manik Depresif hastalık adıyla da bilinen Bipolar Bozukluk bireyin duygudurumu, enerjisi ve işlevselliğinde alışık olmadık dalgalanmalara neden olan… Herkesin yaşadığı iniş çıkışların ötesinde semptomlar gösteren bir beyin hastalığı. Ancak hastalığın ‘tedavi edilebilir’ olduğu da bir gerçek. Ayrıca beraberinde Tiroit Bezi’nin normal dışı işlevselliğini de getiren bu hastalığın yakın akrabalar arasında daha çok görüldüğü ve çevresel etkenlerle geliştiği yapılan araştırmalarla ortaya konulmuş durumda.Buradan hareketle ‘Serçe Sarayı’nın Bipolar Bozukluk hastalarına darbe indirircesine işlediği Tolga’dan ziyade asıl sorunun anne Handan’dan kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii bir de senaryo mantığından. Senaryoya tavsiyem, bundan sonraki süreçte Tolga’yı ilaçlarını kullanan ve Sinem’le ilişkisini sürdürebilen ‘normal’ bir tabloyla sunması! Böylece Bipolar Bozukluk yaşayan seyirciler üstünde yarattığı kırıcı etkiyi de bir parça tamir etmiş olacaktır.Dizideki bir diğer olumsuz sunum ise Serçe’nin büyük oğlu Sinan’da… Bu yaşta bir çocuğu annesine karşı sert tavırlarla hareket ettirip, asileştirmek ve ‘evin erkeği’ özentisine sokmak… Akabinde Yeşilçam havasını güçlendirmek için okula alternatif olarak sunulan kaportacıda çalıştırıp ustadan tokat yeme durumunu normalleştirmek hiç şık durmamış. Gerçi sonrasında, onca zaman geçmesine rağmen tokadın izini fark etme becerisi sergileyen Serçe, ustaya haddini bildirerek Sinan’a okumanın önemine dair bir söylev çekti ama… Geçmiş ola. İzleyici üstünde kalıcılık yaratan izlenimin ‘ilk görülen’ olduğu gerçeğini unutmamak lazım!

UMUTSUZ EV KADINLIĞINDAN ‘SERÇE’LİĞE…

Şimdi gelelim ‘Serçe Sarayı’ dizisinin genel haline… ‘Sultan’ filmiyle benzeştirme mantığından söze başlarsak… Birileri kalkmış, bu yapımın sanki kopya çekmişçesine ‘Sultan’ filmine benzediğini söylemekte. Hani kapı gibi ‘Gecenin Kanatları’ orta yerde dururken ‘Yeni Dünya’ için Erkan Petekkaya’nın ilk filmi diyerek film kritiği yazmaya soyunanlar var ya… İşte o misal.Ama bizde adettendir… Derinlemesine bakmaya ne gerek var. En kolayından salla gitsin. Bunca dizi bolluğunda konu ve karakter yaratmanın kolay iş olmadığı, dolayısıyla yapımlar arasında benzeşmeler yaşanabileceği gerçeği ‘kılavuz istemeden görünen köy’ gibi meydanda. Ancak 1978 yapımı Sultan filmi nereee, gerçek bir hikâyeden uyarlandığı işaret edilen 2015 üretimi ‘Serçe Sarayı’ nereee? Bunu anlamak için de önce Türkan Şoray ile Bulut Aras’ı buluşturan ‘Sultan’ı izlemek lazım. Yani başlangıç itibariyle bir iki benzerliğin üstüne atlayıp bütüne mal edip ‘tıpkısının aynısı’ diye etiketlememek gerek. İzlemeyenlere kısa bir hatırlatma… Gecekondu mahallesinin dört çocuklu dulu Sultan’la, ona musallat olan tokatçı şoför Kemal’in tipik Yeşilçam kokan hikâyesi, kadın odaklı olsa dahi, kadının gücünü yansıtmaktan çok uzaktı. Sürekli kavga edip bağıran Sultan’ın ‘çaresizlikte çare’ gördüğü Kemal’le aşkını hissettirmeyen filmde dişe dokunur detay ise aşktan ziyade televizyon reklamlarına, işçileri sömüren patronlara ve kıymetlenecek arazileri kapatan uyanıklara karşı geliştirdiği mesajcılığıydı… Ki bu da o dönemin toplumsal dokusunu ve sıkıntılarını sergilemek adına, aşktan daha itibar gören bir özellik olmalı.Oysa Songül Öden’i kendine has duruşuyla bir kez daha ekrana taşıyan ve Mert Fırat ile Alican Yücesoy’u aynı kadının peşindeki iki erkek olarak bir kez daha buluşturan ‘Serçe Sarayı’nın içeriği ve gidişatı çok farklı. Aile büyüklerinin hatalarının yükünü taşıyan yarım kalmış bir aşk öyküsü var… Yıllarca süren bir aldatmanın kahramanı olan Ramazan’ı İsmail Demirci’yle canlandıran senaryoda, hırsızlık ve cinayet aksiyonu da mevcut… Geçmişin acıları ve gizemi deseniz, o da Ali Rıza ile zengin-entrikacı ailesinde bolca… Tolga ve Sinem ilişkisi sayesinde gençlik yönü de tamam. Mahalle ortamıdeseniz, her türden karakterle tekmil… Kısacası gecekondu mahallesi, savaşçı dulluk ve şoförlük dışında ‘Sultan’ filmiyle arasında uzak yakın bir benzeşme yok. Buna karşılık ‘İlla da bir başka işle benzeştireceğiz’ deniyorsa, ‘Umutsuz Ev Kadınları’ ne güne duruyor? Serçe-Aliye-Süla üçlüsünün yarattığı tablo tam da ‘Umutsuz Ev Kadınları’ konseptine uygun. Serçe, yine Songül Öden’in canlandırdığı Yasemin’le büyük bir benzeşme içinde... Aynı fevri tavırlar, aynı duygusal iniş-çıkışlar ve aynı muhafazakâr düşünce yapısı! Orada mahalleye gelen Sinan’la yakınlaşma ve buna karşı çıkan eski koca Kenan vardı. Buradaysa Ali Rıza öğretmen ile eski aşk Kadir çekişmesi var. Selen Öztürk’ün başarılı performansıyla kendini sevdiren Aliye’yi de ‘çocuk’ farkıyla Elif’e benzetmek mümkün. Sakin ve akıl verici duruşuyla hep Serçe’nin yanında. Orta karıştırıcılıkta olduğu kadar kokoş-hamarat hatunlukta da iyi iş çıkartabileceğini ispatlayan Esra Dermancıoğlu’nun canlandırdığı Süla’yı süslü püslü Zeliş’le denkleştirirsek… Car car konuşması ve her durumdan vazife çıkartmasıyla Nermin’i de Emel’in yerine koyarsak… Bir de bu kadınların çevresindeki erkekleri cinayetin soygunun yer aldığı yalanlarla örülü aksiyona sokarsak… Alın size Yeşilçam usulü bir ‘Umutsuz Ev Kadınları’ atmosferi! ‘Serçe Sarayı’ bunu yaratmakta başarılı olmuş mu? Kesinlikle.

SERÇE SARAYI’NIN BU ORTAMDA İŞİ ZOR

Star TV’nin kalitesine rağmen hak ettiği yerde bulunamayan dizisiyle ilgili tespitleri yaptıktan sonra gelelim işin ekran rekabetçiliğindeki gidişatına… Oyuncu kadrosunun uyumu, konunun sürpriz biçimde kendini geliştirmesi ve önünü açması başarıya giden yolda takdire değer temel nitelikler. Bu denli sağlam temelleri olan bir yapımın izleyiciden rağbet görmesi gerek doğal olarak. Ama bu işler bizde böyle yürümüyor ne yazık ki! Bir kesim izleyici neyin ne olduğunu görüp değerlendirse de kalanlar, medya yansımalarıyla-reklamla-içerik çığırtkanlığıyla seçimini yönlendiriyor. Hani tam da siyasi arenada olduğu gibi… Kim ağır bastırıyorsa ondan yana kayıveriyorlar. Yani dizi kültürümüzde müthiş bir değişime müsaitlik mantığı var! Bu da gösteriyor ki, reytinge endeksli ortamda bir şekilde sesini yükseltmeyi bilen, izleyiciyi de reytingi de kapar. Peki, ataerkil topluma ‘kadın’ kimliğiyle kafa tutmaya yeltenen Serçe’nin bu zorlu ortamda sesini yükseltmeye gücü yeter mi? Garibim mini minnacık Serçe’nin eti ne ki budu ne olsun, diyeceğim ama maşallah bizim Serçe gayet güçlü ses çıkartabiliyor istediğinde. Öyleyse geriye kalan tek şey, kafayı kullanmak… Nasıl mı? Senaryonun kadının gücüne yönelik temel mantığını korumaya devam ederek aksiyoner ivmesini artırarak… İlaveten sağlam temeller üstüne kurulan ‘Serçe Sarayı’nın, sırça saray misali, yıkılmadan yükselmesini sağlamak için de bu güçlü sesin benzerini medyada yankılandırarak destekleyerek! Serçe’nin sesine ve desteğine kuvvet.

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal

Tüm yazılarını göster