Gökçe Bahadır'ın yeni dizisi Geleceğe Mektuplar'ın en büyük eksikliği ne?

Ahmet’i etkisiz eleman gibi bırakarak adeta unutan dizide, Mert’le sevgiliyken bir anda ablasının nişanlısıyla yatağa girmekte sakınca görmeyip ‘Sonsuz aşk’ havası basan Seda neyin kafasını yaşıyor?

Anibal Güleroğlu Yazar guleranibal@yahoo.com

Yaz boşluğundan ‘Geleceğe Mektuplar’...

‘Gelen gideni aratır’ demiş atalar... Nitekim yaşadığımız dünyada her yeni günün bir öncekinden daha beter gelişmelerle dolu olduğu gerçeğini iliklerimize kadar hissetmemiz bir yana... Kendini geliştirmekten ziyade dibe vurmaya yönelen ekranların programcılık zihniyeti de bu minvalde. Zira kanallar, geçmiş dönemlerin vasatlığından silkinip toparlanmak ve kaliteli işler sunmak yerine, bu yaz işin suyunu iyice çıkarttılar. 

‘Halef: Köklerin Çağrısı’ isimli yeni yapımın ilk tanıtımını yayınlayan NOW, ‘Yetenek Sizsiniz’ ile bir nebze fark yaratsa bile, final yapması yılan hikayesine dönen ‘Leyla: Hayat Aşk Adalet’ dizisinin izleyicisine yaptığı saygısızlık ortada. Keza Kore uyarlaması olarak ekrana çıkartılan ancak beklentileri karşılamadığı için sekizinci bölümde final yapacağı duyurulan ‘Çift Kişilik Oda’ için de durum aynı. Her hafta ertelenen dizinin bize çok görülen final bölümlerinin yurt dışında yayınlanması yerli seyirciye verilen değerin net göstergesi. Bu saatten sonra her iki yapımın finali de kimin umurunda olur? 

Öte yandan diğer kanallarda da alabildiğine boşvermişliğin hakim olduğu bir gerçek. Kanal D’nin yenilik anlayışı, ‘Kuralsız Sokaklar’dan ibaretken ‘Çarpıntı’yla yeni sezona hazırlanan Star ve Eylül’deki ‘Veliaht’ın duyurusunu yapan Show gündüz kuşaklarını eski dizilerle, devamını da tekrar tekrar ekrana getirilen sinema filmleriyle dolduruyor. Yazık bize!

Velhasıl; birkaç yarışma programının ve ‘Gözleri Karadeniz’i hazırlayn ATV’nin, ‘‘2009’da beş bölümde iflas etti. Bir de yeni uyarlamasıyla şansımızı deneyelim’’ mantığıyla yeniden yaratmaya çalıştığını düşündüğüm, ‘Aile Saadeti’ komedisinin dışında insanlara ezberletilen eski filmlerle günü geçirme kolaycılığı yaza damgasını vurmuş durumda.

Böylesi bir ekran boşluğunda izleyici ne yapıyor peki? ‘Güldür Güldür Show’dan, ‘Aykut Enişte’den, ‘Recep İvedik’ten ve dahi Kemal Sunal filmlerinden gına getirerek dijital platformlardan medet umuyor. Onlar da bu yönelimi gördükçe yerli yapımlara daha çok ağırlık vermeye başlıyor haliyle. İyi de oluyor ama... Ekran için içerik üretenlerin mantığı platformlarda fark yaratmayı ve ilgi çekici yenilikler sunmayı başaramayınca tadı kaçıyor. İzleyici yine aynı yapım şirketlerinin klişelerle dolu vasat senaryolar ve heyecansız oyunculuklarla hasbelkader kotarılmış işlere maruz kalıyor. 

Nasıl ki ekranlardaki yaz boşuğundan istifade ilgi çekmeyi umarak Netflix’te yerini alan ‘Geleceğe Mektuplar da böylesi bir mini dizi.

‘GELECEĞE MEKTUPLAR’IN MOTİVASYONU NE?

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, bir dönemin acılarını yansıttığı için etiklenerek izlediğim ‘Kulüp’ dizisinin ardından merakla beklediğim bir işti ‘Geleceğe Mektuplar’. Bunun için de gerek emek verenlere gerekse içeriğe haksızlık yapmamak adına dizinin tüm bölümlerini ara vermeden baştan sona izlemenin ardından yorum yapmayı seçtim. Lakin gördüm ki merakımın karşılığı hayal kırıklığıymış. ‘Kulüp’ nerede, ‘Geleceğe Mektuplar’ nerede...

Kuşkusuz her kurgunun kendine has bir dili, bir dokusu vardır. Bazı işler ilk andan sizi sarıp sarmalar, duygularının izleri kalır benliğinizde. Kimi kurgular içerikleriyle yaşamsal yanlışları vurgulayıp yol göstericilik yaparken bitişe doğru hitap eder seyircisine. Kimileri de fantastik senaryolarıyla hayal dünyanızı harekete geçirerek veya gizemlerle, aksiyonla gerilimi hissettirerek etkisini gösterir. Özellikle yabancılarda bu tarz olumlu örnekler bolca mevcut malumunuz. 

Buna karşılık klişelere sıkı sıkıya tutunup vasatlıktan ödün vermeden varlık göstermeye çalışan yerli kurgu dünyamız için olumlu konuşmak oldukça zordur. Uyarlamalardan fazlasını yapmaya pek de ihtiyaç duymayan sektörde oradan buradan esinlenmelerle çorbaya dönen senaryolar ve yüzeysel karakterlerle zaman doldurulurken ‘Bu iş hangi duyguyu vurguluyor’ diye sorgulatır hale gelen yapımların sürüsüne bereket zira. ‘Geleceğe Mektuplar’ da bu sürünün son örneği olmakta.

İşin kötüsü bu alışkanlığın yaratıcılık için büyük fırsat olan dijital platformlarda da sürdürülmesi. Hadi böylelerini ekranlarda görmeye alıştık. Bu işlerin, kendilerine dayatılan, uzun süreleri bölümler boyu doldurma zorluğunu da mazeret yaptık. Peki ya dijital platformlarda aynı zorlama üslup ve tatsızlıkla boy göstermelerine ne diyelim? Üstelik diziler 45 dakikalık sayılı bölümden ibaretken! Yoksa ‘İnsanımız nasılsa önüne konulanı kabullenir’ diye mi düşünülüyor? Bilemiyorum.

Bu gerçekler doğrultusunda ‘Geleceğe Mektuplar’ı masaya yatırırsak... 

PTT’nin Cumhuriyet’in 100. yılına mektup kampanyası kapsamında gelişen ‘Geleceğe Mektuplar’ en basit ifadeyle bir arayış öyküsü. Ancak buradaki ‘arayış’ kelimesine kanıp içeriğin dişe dokunur gizemli bir akışı olduğunu düşünmemek lazım. Çünkü ‘Bir şansım daha olsa, yine aynı sabaha uyansam, yine o mektubu okur muydum’ sorgusuyla açılışını yapan dizideki arayış olayı, ‘sade suya tirit’ türünde. 

Şöyle ki; ‘Bütün hayatı alt üst eden mektup nasıl bir şey’ merakına sokarak annesi zannettiği Fatma Hoca’nın sakladığı mektuptan hakkındaki gerçeği öğrenen ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ Elif’in arayışındaki duygusuzluğu ve karakterdeki duygu zorlaması izleyicinin öyküyle bağ kurmasını fazlasıyla zorlaştırıyor. Ancak Elif’in ‘Kimin kızıyım’ merakını geçmişten geleceğe yazılan mektupların dağıtım göreviyle örtüştürüp buradan diğer karakterleri de işin içine sokmaya çalışırken işin derinliğini unutan akışın hissettirdiği zorlama duygusu bu kadarla kalmıyor.

Elif’i inandırıcılıktan-mimiksiz üzüntü, öfke ve merakıyla başbaşa bırakıp 2003 yılına dönen senaryo, gecekondu mahallesinde yer alan dandik kolej atmosferini sözde öğrenci halleriyle yansıtmaya çalışırken doğallık ve izleyiciye duygu aktarma noktasında iyice dibe vuruyor. 

Mesela... 2020 tarihli Netflix dizisi ‘Aşk 101’ misali, gelecekten geçmişe uzanıp karakterlerinin öğrencilik yıllarındaki arkadaşlıklarına ve ilişkilerine değinmeye niyetlenmiş gibi duran senaryo, karakterlerinin ne geçmişini ne de geleceklerini yeterince ele alamamış halde. Keza ‘Ölü Ozanlar Derneği’ne öykünürcesine Fatma Hoca ve Edebiyat Kulübü yaratılmış gibi duruyor ama... Öğrencilerine edebiyatın duygusallığından nasiplenmeden davranan Fatma Hoca ile iki satır düzgün mektup yazmaktan kaçınarak edebi eserlerle dalga geçen Kulüp üyelerinin edebiyat tablosu ‘Küçük Prens’ saptamasının ötesine geçemiyor. 

Karakterler deseniz... Varlıkları ve öyküleri kaikatür gibi. Ahmet’i etkisiz eleman gibi bırakarak adeta unutan dizide, Mert’le sevgiliyken bir anda ablasının nişanlısıyla yatağa girmekte sakınca görmeyip ‘Sonsuz aşk’ havası basan Seda neyin kafasını yaşıyor? Uluorta kantinci Levent’ten uyuşturucu alan zengin kızımızın ayakları niye yere basmıyor? Onun en yakın arkadaşı Banu da apayrı bir çelişki tablosu. Sözde akran zorbalığına maruz kalan kilolu kızımız masum görünen şeytanlardan. Şeytanlığını ve karakter çelişkisini anlatırsak içeriği açık ederiz. O yüzden geçiyoruz.

Gökçe Bahadır’ın yetişkinliğini canlandırdığı Zuhal’e gelince... Dizinin en istikrarlı karakteri. Öğrenciliğinde neyse yetişkinliğinde de aynı havada. Ama onun Levent’le bağının ve burslu öğrenci oluşunun okulda bilinmemesini mantıken kabullenmek mümkün değil. Bu arada okula niye soğan getirdiğini, yokuştan niye yuvarladığını da çözemedim doğrusu. Aynı şekilde Elif’in anne-baba arayışına girdiği süreçte de mantık sıfır. DNA testi yaptırsa ya... Ama o sormayı tercih ediyor.

Ayrıca Fatma Hoca’nın yollamadığı mektupların sahiplerini de eliyle koymuş gibi buluyor. Zarflarda adres olsa bile 20 sene sonra bu insanlar aynı yerde kalmamış ki! Banu evlenmiş. Mert yurt dışına gitmiş. Ama Elif’imiz hemen buluyor onları. Mektup demişken... Banu iki tane mektup mu yazmıştı diye düşünmeden edemedim. Çünkü Mert’in eline geçeni Banu’dandı. Bir de Banu’nun taslim almadığı, Zuhal’in okuduğu mektup çıktı. Mert’in yerine de mi yazmıştı? Neyse, burada maksat müthiş sır çözülsün olmuş sanki de... Keşke daha detaylı yansıtılsaydı.

Anlayacağınız özenle işlenip geliştirilse başarılı bir iş olabilecekken, ‘Her telden çalan kurgumuzu aman bir an önce bitirelim’ kafasını hissettiren vasatlığa dönüşen ‘Geleceğe Mektuplar’ mantık ve duygu fakiri.

SONUÇTA; ‘Aklın ipini kesmişlerin bedavaya mutlu olduğunu’ söyleyen... Uyuşturucudan zorbalığa, zengin eden fenomenlikten ötekileştirilen engelli çocuklara, zorla yapılan evliliklerin yarattığı mutsuzluklardan babaların dağıttığı ailelere... Cümle yaşamsal konuya bünyesinde yer verirken mini mini değinmelerin ötesine geçmeyi başaramayan... Kısa süresine rağmen akışındaki boşlukları ve ilerleme zorluğunu aşamayan ‘‘Geleceğe Mektuplar’ın motivasyonu ne’’ diye çok da düşünmeye gerek yok. İşin motivasyon yönü sıfır olunca ‘Cümle boşuğuna rağmen birileri için kısa günün kazancı kafası’ diyerek yorumlayıp geçmek en doğrusu.

Hem zaten yerli dizi kafasındakiler için dijital platform olmuş, sansür bahaneli ekran olmuş fark etmiyor. Tencerede pişen ve bize servis edilen işler hep klişelerden ibaret kalıyor. Yiyen yer...

Yaz boşluğundan ‘Geleceğe Mektuplar’a uzanan yazımızı noktalarken geçmişten geleceğe son söz Roosevelt’ten gelsin... ‘Gelecek, dünkü hatalardan ders çıkararak inşa edilir’!

Anibal GÜLEROĞLU

www.x.com/guleranibal

Tüm yazılarını göster