Hangi uyarlama dizi daha başarılı?

‘Bence, edebiyatın gücü, bir metnin, hiçbir zaman tümüyle tüketilmeksizin durmadan farklı okumalar üretebilmesindedir’ demiş geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Umberto Eco… Bu tespit alabildiğine gerçekçi…

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Sadece kitaplarda değil senaryolarda da her izlemeden ayrı fikirler türetilebilinir. Lakin görünen o ki bazı senaristlerin ‘farklı okuma’ olayına bakışı, mevcut eserden anlam çıkartmadan ziyade taklitçiliğe indirgemek şeklinde. Öyle ki, uyarlama işinin her geçen gün daha abartılmasını geçtik, ‘tavşanın suyunun suyu’ misali ‘uyarlamanın uyarlaması’ diyebileceğimiz işlere yelken açıldı. ‘Acı Aşk’ın uyarlama projesini bile bile geliştirilip aynı sezonda yayına sokulan ‘Gecenin Kraliçesi’nin ekrandaki varlığı bunun örneği.

İlk andan itibaren bana itici gelen bu aynılık durumu hangi akla hizmet yaratıldı anlamak mümkün değil. Hani Kore’de uyarlanacak dizi mi kalmamıştı da aynı konunun peşine takıldı ‘Gecenin Kraliçesi’? Üstelik aynı sezonda ekrana çıkartma kafasıyla. İşin etiği, ayıbı bir yana izleyici açısından da bezdirici bir şey bu kopyacılık! Dahası diziler için birbirini çelmelemekten öte bir anlam ifade etmiyor. Galiba en doğrusu; ‘Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! Düşüncemizin katlanması mı güzel… Zalim kaderin yumruklarına, oklarına… Yoksa diretip bela denizlerine karşı… Dur, yeter demesi mi’ cümleleriyle Hamlet’in ünlü tiradını başlatan Shakespeare’in cümlelerini, ‘Yaratmak yerine kopyalamak, işte bütün mesele bu! Beynimizin katlanması mı güzel… Uyarlamaları uyarlayan senaryoların saçmalıklarına, mantıksızlıklarına… Yoksa diretip taklitçilere karşı… Dur, yeter demesi mi’ şeklinde uyarlayarak ekrandaki bu tabloya yaklaşmak… Ve ikiz diziler arasında hangisinin daha kayda değer olduğunu saptamak!

‘ACI AŞK’, HER AÇIDAN TAKLİDİNDEN ÜSTÜN

Televizyon dünyamız bir tarihlerde Güney Amerika yapımlarını ekrana taşımaya merak sarmıştı. Şimdilerde oralardaki ülkelere dizi satar hale gelindi ama bu kez de Güney Kore yapımlarını uyarlama tutkusu aldı başını gidiyor. Gerek sinemada gerekse dizilerde Uzakdoğu esintili aşk öyküleri bolca boy gösteriyor. Kore’nin 20 bölümlük ‘Bad Love’ isimli dizisinden hakları satın alınarak uyarlandığı açıklanan ‘Acı Aşk’ da bu ilginin ürünü malumunuz.

Hayli hızlı gelişim yaşatan ve bu nedenle birtakım aksaklıklar yansıtan başlangıcıyla olmasa dahi süreç içinde gayet tatminkâr bir tablo sunan diziyle ilgili ilk yorumum, taklidine kıyasla medyada daha az yer alıp bol reklamcılıktan nasiplenmeyen ‘Acı Aşk’ın mevcut haliyle hak ettiği yerde olmadığı şeklinde… Sevilen dizilerde yer alan Çağatay Tosun’un yönetmenliğinde insani duyguların etkileşimsel yönünü öne çıkartarak gelişen TMC-Erol Avcı yapımcılığındaki diziye bu yorumu yapmamın nedenlerinden biri, gelişimde boşluklar yaratmayan senaryo mantığının doğru işlemesi!

Orijinalindekiyle fazlaca uyuşan bir akış izleyen dizi, Melek’e Bulut’tan olan çocuğu düşürtmeyerek fark yaratsa bile, Melek-Ali ilişkisini öylesine doğal ve sıcak bir biçimde yansıttı ki bu çarpık ilişkiler yumağındaki öyküye inanmamak imkânsızlaştı. Üstelik öyle damdan düşer gibi bir ilişki şekli de gelişmedi ikili arasında. Üzüntü içinde olan iki insanın birbirleriyle dayanışmasını gördük ve yadırgamadık. Ayrıca oyuncuların sahnelerle bağdaşan canlandırmaları da her karakteri kendi çapında mantıklı ve göz doldurur hale getirdi. Hangisini sıralayayım ki! Selin Şekerci’nin Sude’si, dokunaklı haliyle bir başka güzel… Sezgi Sena Akay’ın dingin duruşu Melek’i içten bir karakter haline getiriyor. Seçkin Özdemir başta biraz donuk gelmişti bana ama şimdilerde Bulut’un kırgın-hesapçı kişiliğine uygun hareket ediyor. Ama Asuman Dabak’la bir başka tat yaratıp dramatik konuya gülümseme katan dizinin asıl şeytan tüyü, alabildiğine özgürce performans sergileyerek fark yaratan Alperen Duymaz’ın Ali’si! Kızgınlığı, harbiliği, sevecenliği gayet dengeli... Melek’le çok güzel bir çift oluşturan Ali’deki performansıyla, duygunun her türünü falso vermeden gösteriyor bize…

Ayrıca dizinin birbirinden deneyimli isimlerden oluşan yetişkinler bölümündeki öykü ayağı da gayet inanılır türden. Yani öyle arkadaşının kızına karşı duyulan yıldırım aşkı filan yok. Söylem-eylem mantıklı. Hal böyle olunca da konunun hem maziye dayanan intikamcılığı hem de mevcuttaki çekişmeciliği anlam kazanıyor. Dolayısıyla izlenenleri benimseyip kabullenmek kolaylaşıyor. Anlayacağınız Burak Yamantürk’ün Mehmet rolüyle katılarak geçmişten gelen ateşi harladığı dizide, aşk ve intikam köşegenlerinde taşlar yerli yerinde. İlaveten, Kıraç ve Nevzat Yılmaz imzalı müzikleri de duyguları kabartan ve sahnelere güç katan türden.

Kısacası; senaryosu Sena Ali Erol, Figen Şakacı ve Mahir Erol’a ait olan ‘Acı Aşk’ın abartısız uyarlamasında, temelde aynı konuyu işleyip taklit konumuna düşmeyi göze alarak kendi kendini baltalayan, ‘Gecenin Kraliçesi’nde olmayan her detayı layıkıyla bulmak mümkün!

‘GECENİN KRALİÇESİ’ ŞAŞKINLIĞIN ÜRÜNÜ GİBİ

Uzun süren ‘baş erkek’ seçkisi, bolca reklam, çokça senaryo arayışı ve iddialı bir isim süreci sonunda insan, ister istemez ilginç bir iş bekliyor. Karşısına konulan öykünün ekrandaki ‘Acı Aşk’la paralelliğini görünce de ilk etapta hayal kırıklığı yaşıyor ve ‘Onca zaman orijinal bir senaryo bulunamamış mı da gidip gelip kopyacılığa girişilmiş’ sorusuna takılıyor doğal olarak. ‘Gecenin Kraliçesi’ bu duygu zincirini yaşatarak başlangıcını yapmıştı ve biz de gördüğümüz hatalarla birlikte eleştirilerimizi sıralamıştık. Buna rağmen dizinin bölümler ilerledikçe düzelebileceğine dair bir umudu da içimizde saklamıştık. Ancak ne yazık ki mantıksız sahnelerin bolluğu ve büyük bir havayla ekranda yer bulan ilk bölümün devamında da umutlarımızı destekleyecek bir gelişim göremedik.

‘Gecenin Kraliçesi’nin yarattığı ‘uyarlamanın uyarlaması’ olma izlenimini bir yana bırakırsak diziyi ilgi çekicilikten uzaklaştıran ilk olgu, senaryonun sergilediği mantıksızlıklar! Bu konuyu şimdi uzun uzadıya değerlendirecek değilim, ayrı bir yazıya bırakıyorum. Çünkü daha çekimler başlamadan senarist krizleriyle çalkalanan dizinin senaryo matematiğindeki tutarsızlıklar saymakla bitmez. En basit ifadeyle dizideki hiçbir şeyin sağlam temeli yok. Geçmişin öyküsü de, Aziz’in Selin’e duyduğu aşk da, intikam hevesi de havada kalıyor. Sanki hepsi şaşkınlığın ürünü gibi yaratılmış! Özgünlüğü hepten rafa kaldıran bakış açısında, uyarlamadan uyarlama yaratma telaşı hâkim içeriğe… Bu durumda da mantıksızlıklarla yapaylıklar birbiri peşi sıra geliyor haliyle.

Fransa’dan hava atıp Selin-Kartal aşkına dalan dizi, sergilediği yapaylıklarla zaten baştan bu ikiliye inandıramamıştı bizi… Şimdi iyiden iyiye batağa saplandı. Aziz ile Selin’in birlikteliğini yaratmak artık nasıl bir öykü dehasıysa, yılların ötesinden baba çıkartmak da bu dehanın devamı. ‘‘Arkadaş siz değil miydiniz Selin’e yıllardır babasından haber almadığını söyleten? Hangi ara gelişti bu intikamcılık’’ diye soracağım ama Selin’in Türkiye’ye gelmeden önceki birkaç görünmeyen yılı var ya… İşte onların ardına sığınılır hemen. Neyse… Dilerim Reha Özcan’ın katılımı diziye özgünlük ve ilginçlik getirir. Uğur Polat’la birlikte oyunculuklarını konuştururlar da ‘Gecenin Kraliçesi’ni saçma sapan aşkın kıskacından kurtarıp intikamcılık aksiyonuyla bize adam gibi bir şeyler sunarlar. Senaryonun neler yapabileceğini hep birlikte göreceğiz. Yoksa şimdiki haliyle ne aşkın ne de intikamın tadı tuzu yok ‘Gecenin Kraliçesi’nde.

Peki, dizinin senaryo ayağında durum böyleyken ne kalıyor geriye? Karakterlerin özellikleri mi? Onların ilgi çekici, inandırıcı yönü var mı peki? Maalesef tıpkı içeriğin derme çatmalığı gibi karakterler de ‘su, yolunu bulur’ misali yaratılmış. Derinliksiz karakterlerin gelişimi de izleyici ilgisini çekmeye odaklı bir yol izlemekte. Bu sallapatilikte başı çekenler, Kartal ile Selin… Açıkçası bu ikiliden umut yok. Ama ‘Acı Aşk’taki gibi alternatif bir aşk kapısı da yok ki Selin’e… Sahi ‘Gecenin Kraliçesi’nde aşk acısı nerede? Bir görüş bir bakış seraya dalıp sevişme fantezisi sunarak ilginçleşmeye çalışan Selin’de veya Kartal’da olmadığı kesin de… Karadeniz mafyacısı Aziz’in ‘bir düştüm yere, huri geldi tepeme’ tarzı fantastik aşkı da hayli tırt.

Diyeceğim o ki; ‘Acı Aşk’la aynı konuya dalışın negatif etkisini kırmak için çabalayan ‘Gecenin Kraliçesi’nde, doğallık değil zorlamanın yapaylığı, taklitçiliğin şaşkınlığı hüküm sürmekte. Alınan reyting ne olursa olsun, senaryo ve işleniş bakımından durum pek iç açıcı değil. ‘Farklı uyarlama’ iddiası ortaya konmak istenirken entrikanın türlüsü sergilense bile ortamla bütünleşemeyen karakterlerin özünde inandırıcılık hak getire. Durum böyleyken izleyiciyi mantıksızlıklarla ilerleyen öyküye inandırmaya uğraşmak da nafile.

TAKLİTÇİLİKLERE KATLANMAK DEĞİL ‘DUR’ DEMEK GEREK

Sonuçta; Sezon başında TV 8’deki ‘Aramızda Kalmasın’ programına da malzeme olan uyarlama kopyacılığındaki karşılaştırmalı manzara bu! Diziciler arasında nasıl bir süreç geliştiğini, ‘esinlenme’ bahanesiyle yapanın yanına kâr kalır rutininin devreye girip girmediği gibi detayları bir yana bıraktığımızda iki gerçek kalıyor geriye… Biri, daha doğal biçimde işlenen ‘Acı Aşk’ın içerik ve mantık açısından ‘Gecenin Kraliçesi’ne ağır bastığı… Diğeri de, bu tarz bariz ve bütüncül taklitçiliklere katlanmak değil, dur demenin gerekliliği!

Zira göstere göstere rekabetçiliğin yolu bir kez açıldı ve bu hem tehlikeli hem de çirkin bir şey. Şayet duyarsızlıkla karşılanırsa, devamının ‘ışığı gören çıkıyor’ şeklinde gelmesi mümkün. Şimdi birileri çıkıp ‘Benzeşme olsa da bizimki farklı’ diyebilir… Der de, kendi dediğine inanıyor mudur acaba? Ya da böylesi eleştirel durumlarda baş savunma, ‘Beğenmeyen izlemesin’ oluyor ya çoğunlukla… Bu söz de ucuz kahramanlıktan öteye bir şey ifade etmiyor sonuçta.

Öte yandan dönemin yozlaşmalarını eserleriyle taşlayan Shakespeare’in gücü nasıl olumsuzlukları düzeltmeye yetmemişse, bizim ‘Dur, yeter’ dememizin de yapımcıların güdümünde yaratılan senaryolara karşı etkisiz kalacağı bir gerçek. Ancak yine de susmayıp yanlışları dışa vurmak ve yorum getirmek vazifemiz. Her bilinçli kişinin olduğu gibi! Bu nedenle ‘Acı Aşk’ ile ‘Gecenin Kraliçesi’ni birlikte ele alıp kıyaslayalım dedik. Belki böylece uyarlamanın uyarlamasından bir cacık çıkartılamayacağı görülür, başka örnek sergilenmez. Senaristlerimizin gayet başarılı işler üretebileceğini biliyoruz da… Ne çare ki yapımcılar, ya kendileri klişeler üretiyorlar ve taklitçiliğe gaz veriyorlar ya da kadrolu işçi gibi çalıştırılan senaristlerin yaratıcılığına gem vuruyorlar!

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal