Diriliş tarzı film neden yapamıyoruz?

Buradaki kıyaslamamız da, Altın Küre’deki tablodan bizdeki sinematik yaklaşıma uzanan bir perspektife sahip. Bu perspektiften görünense, eller ‘Diriliş’i yaşarken bizde geri gidiş hüküm sürmekte, durumu!

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Ellerde ‘Diriliş’, bizde geri gidiş…

Çıkmadık candan umut kesilmezmiş sözünü çok severim, sıkça da kullanırım. Zira umut insanı kötümserlikten kurtarır, olumlu bakmasını sağlar. Nitekim mantıksızlık ve taklitçiliğin bıktırdığı ekranda kaliteli işler olarak yer alan ‘Filinta’, ‘Yeter’, ‘Kördüğüm’ gibi işler dizi dünyasından yana umudumuzu körükledi. Böylesi kaliteli dizilerin devamını beklerken ne yazık ki aynı gelişimi her alanda görmemiz mümkün olamadığının da bilincindeyiz.

Mesela sinema sektörümüzde basamak atlayıp ilerlemek yerine, kısır döngünün yarattığı bir gerileme tablosu orta yerde durmakta. Benzer şekilde son günlerde yaşananlar, insani değerler ve dolayısıyla toplumsal mantık adına, bir geri gidiş girdabına kapıldığımızın habercisi gibi. Hani tarih tekerrür eder denir ya, bu sözün doğruluğunu nahoş olaylarla sık sık hisseder olduk ne yazık ki! En sıcak örnek, bazı habercilerin ve sosyal medyanın körüklemesiyle gündeme oturan; Kanal D’nin canlı yayında özür diletmesiyle maksadını aşan, dahası soruşturma aşamasına taşınan ‘Beyaz Show’ olayı.

Bu konuda neden yazmadığımı soranlara topluca cevap vereyim… ‘Şayet medya, cafcaflı başlıklarla üstüne gitmeseydi bu konu böylesine büyük yankı uyandıracak mıydı’ diye sorgulamaktan kendimi alamadığım durumun değerlendirmesine girmeyeceğim. Çünkü iyi niyetle ve yapıcı bakış açısıyla dahi olsa, söylenen her sözün üstünüze kalma ihtimali var. Hem tepkilerin, yorumların çelişkisi de algıların seviyesiyle doğru orantılıdır her zaman. Yani ne deseniz boş. Dolayısıyla; Olayın tartışmasına girmek yerine ‘‘Kim bilir belki de birileri Beyazıt Öztürk’ün programını sabote etmek istemiştir, belli mi olur’’ bakış açısını hatırlatıp noktayı koymakla yetineceğim.

Ayrıca ortada suç unsuru var mıdır, yok mudur gibisinden sorgulamalar veya öküz altında buzağı aramalar bizim işimiz hiç değil zaten. Biz; insana insan, televizyon programlarına eleştirmen, hayata da dünyayla kucaklaşan gelişmişlik mantığıyla bakıp yolumuza devam ederiz her daim. Tabii kıyaslamalar yaparak! Zira yanlışla doğruyu, iyiyle kötüyü ayırt edebilmek için akılcı kıyaslama kaçınılmaz. Buradaki kıyaslamamız da, Altın Küre’deki tablodan bizdeki sinematik yaklaşıma uzanan bir perspektife sahip. Bu perspektiften görünense, eller ‘Diriliş’i yaşarken bizde geri gidiş hüküm sürmekte, durumu!

‘DİRİLİŞ’İN PÜF NOKTASI, İNSAN KAYNAŞMASI

1944’ten bu yana düzenlenen ve 73’üncü kez ödüllerini dağıtan Altın Küre’yi izlediniz mi? İzlemedinizse bile en azından kazananların listesine şöyle bir göz atmışsınızdır. Onu da yapmadıysanız eğer ben hemen oradaki atmosferi özet geçeyim… Zira kıyaslama yapabilmek için bu tablonun algılanması şart!

Nedir burada vurgulamak istediğim? Ülkemizde henüz örneğine rastlamadığımız bir ihtişamla ve ciddiyetle düzenlenen 73. Altın Küre’de ders alınması gereken detay, ‘insan kaynaşması’!

Konu, ‘insan kaynaşması’ oldu mu; 2008 krizinin perde arkasını detaylandırarak seyirciye sunup Standard & Poor’s, Moody’s gibi değerlendirme şirketlerinin müşteri kaçmasın diye yanıltıcı açıklamalarda bulunduğu gerçeğini dillendirerek televizyon reklamlarına dayanak olan reytinglerin doğruluğundan duyduğumuz kuşkuyu besleyen ‘Büyük Açık’… Veya Kuzeylisinden Güneylisine farklı sekiz tipi bir odaya doldurup ‘Masum değiliz hiçbirimiz’ tablosunu yaratarak şiddeti ve suç-ceza felsefesini harmanlayıp kendi kendisiyle hesaplaşma özelliğindeki Tarantino western’i ‘The Hateful Eight’ gibi filmlerle farkını bir kez daha ortaya koyan Amerikan sinema sektörü harikalar yaratıyor. Dahası Altın Küre, Oscar gibi törenler bu harikalığı gözlemlemek için birebir. Gerçi dünyaya, barışçıl savaşçılığı empoze etmeyi de çok iyi biliyor Hollywood ama o ayrı bir mesele…

Yapımların anlamsız sansürlere uğramadığı, fikir beyanlarından çekinilmeyen Altın Küre’den yansıyan ‘insan kaynaşması’nın en net göstergesi dili, kökeni ne olursa olsun aynı çatı altında buluşup birbirini alkışlayabilmek olgunluğu! Ne kadar ihtiyaç duyulan bir tablo değil mi? Mesela… Ödülleri toplayıp Leonardo DiCaprio’ya da Oscar ümidi veren ‘Diriliş/The Revenant’… Yönetmeninden müzikçisine, oyuncusundan yapımcısına kökeni farklı insan topluluğunun eseri olan film tam bir kaynaşma tablosu. Başarısındaki püf noktası da bu bana göre… Yani farklılıklardan doğan harmoninin yarattığı güzellik! İçerik derseniz, isminin hakkını veren türden. Çünkü Kızılderili-beyaz insan ikileminde, bir adamın gerek doğaya gerekse düşmanlarına karşı verdiği hayatta kalma mücadelesine yoğunlaşmış.

Filmin yorumunu sonraya bırakıp neden bizim de böylesi bir tablo ortaya çıkartamadığımız noktasına gelecek olursak… ‘Çok mu zor, geri gidiş yerine bir diriliş yaratmamız’ sorusu ön plana çıkıyor. Hani diriliş dediysem, televizyondaki diziyi veya kocası kadar konuşanların romantik komedi dirilişini kast etmiyorum tabii. Şöyle her anlamda ilerici, yenilikçi bir iş üretmenin diriliş mantığından bahsediyorum. Bu beceriyi sergilemek imkânsız mı? Neden bunca zamandır Altın Küre’de veya Oscar’da varlık gösteremiyoruz? Bir kez daha bakalım…

BU TABLOYU YARATMAK ÇOK MU ZOR?

Şimdi, Fransa’nın yabancı film dalındaki adayı olan ‘Mustang’ filminde Deniz Gamze Ergüven imzasına bakıp ‘Varlık gösteriyoruz ya’ demeye kalkılmasın sakın. Öte yandan bu performans kendi adına büyük başarı ama içeriğiyle çokça tanıdık olan filmin, soykırım konusuna farklı bir açıdan değinerek insanlığı kucaklayıp kaynaştıran Macaristan yapımı ‘Son of Saul’ karşısında pek şansı olmadığı da görünen bir gerçekti. Bu saptamanın ardından neden filmlerimizle ciddi anlamda varlık gösteremediğimizin cevabına gelecek olursak…

En güzel cevap, ortaya çıkarttığımız filmlerin kendisi tabii ki… Yaratıcılıktan uzak, tekdüze işler! Söylemleri ve sunumları aynı. Yönetmen mantığı da öyle. Hal böyleyken bir arpa boyu yol alamamak gayet doğal. Teknolojinin sunduğu yeniliklerle fark yaratılmış gibi dursa bile her şey yıllar öncesiyle aynı. Hatta söylem cesareti adına, Yeşilçam’ın da gerisinde diyebiliriz. Zira o yıllarda toplumsal aksaklıkları eleştiren, siyasilere laf vuran, insanları kaynaştıran pek çok iş üretilebilmiş. Günümüzdeyse abartılı tiplerle yozlaşmayı körükleyen, argoyla güldürmeye odaklı küfürbaz komediler, kuru gürültülü romantizmin iç baygınlığı ve aynı türküyü dikte eden doğu-batı sentezli sözde mesajcı filmlerin karamsarlığı revaçta. Tıpkı diziler gibi, sürgitsin ve uyutmacı bir piyasa durumu anlayacağınız. Sanat filmi diye yapılanların da birbirlerinden farklı bir şey sundukları yok doğrusu.

Açıkçası mevcut tabloda ‘Diriliş’e öykünüp yol alabilmek için her şey ruhta ve toplumsal mantıkta bitiyor! Çünkü senaryolar da gerçek yaşam gibidir aslında. Üstünkörü bir kolaycılık, ‘Yaptım, oldu’ mantığıyla dayatmacılık hâkimse şayet, geri gidiş kaçınılmaz. Bizdeki sinema sektörünün içine düştüğü sarmal tam da böyle… Fındık kabuğunu doldurmayan benzer içerikler, alaminüt çekimler ve dizilerle sürekli karşımızda olan yüzlerin tıpkısının aynısı oyunculukları… Ve gelsin dizilerden farksız, köklü yarışmalarda asla iddialı olamayacak; AVM ziyaretleriyle seyirci çekmeye çalışan; Kore yapımlarından devşirme basit filmler!

Sonuçta; ‘Çok mu zor, geri gidiş yerine bir diriliş yaratmamız’ sorusuna en basit cevap, gerçek yaşamdan sinemaya, kendi yarattığımız kısıtlamaları aşamadığımız sürece çok zor olacaktır şeklinde. Çünkü bireylere saygı duyulmayan, fikir kolaycılığının ve klişe diktatoryasının olduğu yerde ne yazık ki tekdüzelik kıskacı kırılamaz ve kendisine sunulanı itirazsız kabullenen beyinler sayesinde geri gidiş sürecinden dirilişe geçilemez. Bizden söylemesi.

Dünya gerçeklerine gözleri yumup ‘Alan memnun satan memnun, kime ne… Altın Küre, Oscar neyimize’ deniyorsa eğer… Ellerde ‘Diriliş’, bizde geri gidiş tablosuna devam.

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal