Abone Ol

Cengiz Çandar'dan flaş yorum: İlk kez bir Kürt isyanı kendi kendine sonlandırılıyor

DEM Parti Diyarbakır Milletvekili ve 1993’teki ilk ateşkes sürecinin aktörlerinden Cengiz Çandar, "Cumhuriyet’te Kürt isyanları tarihinde ilk kez bir Kürt isyanı kendi kendine sona erdiriliyor" dedi.

Cengiz Çandar'dan flaş yorum: İlk kez bir Kürt isyanı kendi kendine sonlandırılıyor

Diken'den Onur Öncü'nün Cengiz Çandar ile yaptığı röportaj şöyle:

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın “PKK kendini feshetmeli” çağrısına, Kandil, “Ateşkes ilan ediyoruz” diyerek olumlu yanıt verdi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ‘başlattığı’, DEM Parti’nin aracılık ettiği süreç böylece ileri bir aşamaya geçti. İmralı heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder, “En zorlu kısmı geride bıraktık” derken sürecin nasıl ilerleyeceğine dair bir belirsizlik var

Peki bu sürecin öncekilerden temel farkı ne? PKK kendini neden daha önce feshetmedi? MHP neden bu sürecin baş aktörü?

DEM Parti Diyarbakır Milletvekili ve 1993’teki sürecinin aktörlerinden Cengiz Çandar’la konuştuk.

 

Bu metin bize ne söylüyor?

Abdullah Öcalan’ın açıklamasından iki hafta önce, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan “Tarihi bir açıklama olacak” demişti. Gerçi bir açıklamanın ‘tarihi’ olup olmadığı, tarihin ilerleyen aşamalarında geriye bakıp anlaşılır.

Sizce öyle mi?

Buradan beklenen sonuçlar çıkmasa dahi, bunun tarihi niteliğini ortadan kaldırmıyor. Gerçekten de tarihi. Nedeni de PKK’nin feshi ve silahların bırakılmasını talimatının PKK’ye verilmiş olması. PKK ilk defa feshediliyor ya da lağvediliyor değil. 2001 yılında Abdullah Öcalan’ın tutukluluğu sırasında, silahlı güçlerin Türkiye’yi terk etmesi talimatı verildi.

O zamanki ‘lağvedilme’ ile şimdiki arasındaki temel fark ne?

O zaman PKK, KADEK oldu. PKK yok olmadı, isim değiştirdi. Burada ise yok olma çağrısı var.  O bakımdan bu çok önemli ve tarihi. Bir “Silahlı mücadeleyi bırakın” diyor, iki “O silahların taşıyıcısı olarak silahlı mücadelenin gereği kalmamıştır” diyor. Daha önceki durumlarda ateşkesler ve PKK’nin isim değişikliği vardı. Yani önceden hem silahlı mücadelenin sonu hem de PKK’nin toptan ortadan kaldırılması yoktu. Öcalan’ın 27 Şubat metnini tarihi yapan da bu.

Eski başbakan ve cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in söylemiyle, Cumhuriyet tarihinde 29 Kürt isyanı var. PKK, bu isyanlardan 29’uncusu. Bunu diğer isyanlardan ayıran temel bir özellik var.

Nedir?

PKK’den önceki 28 isyan devlet tarafından bastırılmış. Öyle bastırılmış ki isyanların lider kadroları infaz edilmiş, bir referans noktası oluşmasın diye de mezarları bile saklanmış. Hala Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın mezar yerleri bilinmiyor…

29’uncu isyan bastırılarak ezilerek bitirilmiş bir isyan değil. PKK’nin Türkiye sınırlarında askeri gücü hemen hemen kalmadı. Askeri olarak Türki Silahlı Kuvvetleri, Türkiye’nin sahasına hâkim. Ancak PKK ortadan kalkmadı. PKK’nin silahlı güçleri Türkiye sınırlarında olmasa bile var. Bu bakımdan Cumhuriyet’te Kürt isyanları tarihinde ilk kez bir Kürt isyanı kendi kendine sona erdiriliyor. Öcalan’ın son cümlesinde, ‘varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi…’ diyor. Yani “Ben gönüllü olarak bunu bitiriyorum” diyor.

Yenen ve yenilenin olmadığı bir durumdayız. Ne devlet, “Ben yendim” diye çıkarsa doğru demiş olur ne de Kürt hareketi “Kaybettik” demesi doğru olur. Öcalan, “Bu partiyi ben kurdum, şimdi de dağıtıyorum” diyor. Ama teknik olarak bunun nasıl yapılacağına ilişkin de “Kongrenizi toplayın” diyor. O yüzden bu açıklama hem çağrı hem de talimat. Nitekim PKK de durumu böyle algılıyor ve ertesi gün “Gereğini yapacağız” diyor. 

Neden geçmişte değil de şimdi? Daha önce bu sorun çözülemez miydi?

Tarihi görülen hiçbir dönüm noktası tek bir nedenden dolayı olmaz. Bu, birçok nedenin kesişmesidir. Öcalan’ın metni dünyanın en karmaşık durumlarından birine, bu kadar kısa, açık ve anlaşılır şekilde yazılan ender metinlerden biri. Bu kısa metinde birçok şey söyleniyor. Sorduğunuz sorunun cevabını da bu metinde buluruz. Daha önce bitmesi gerekmiyor muydu? Gerekiyordu. Metin bunu da söylüyor.

“1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerden çöküşü ve ülkenin kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrarına yol açmıştır” diyor. Yani o zaman da bitebilirdi.

Siz 1993’te sürecinde aktörlerindensiniz. O zaman da böyle bir süreç yaşandı…

Neden 1990’larda bitmedi de şimdi bitiyor? Bunu PKK’nin durumuyla da izah edebilirsiniz. Yani örgüt zihnen hazır değildi, Öcalan da zaten böyle bir çağrı yapmamıştı. İkincisi uluslararası ve bölgesel şartlar bugün o gün olduğundan bambaşka bir noktaya geldi. Asıl buradan görmemiz lazım.

1993’te PKK’nin ve genel olarak Kürt siyasi hareketinin tarih anlayışı, barış adımları ve bugüne gelen sürecin tarihi başlangıç noktası 1993 gibi algılıyor. Ne oldu 1993’te? Celal Talabani ile Turgut Özal’ı bir araya getiren kişi oluğum için rol sahibiydim. Daha sonra Turgut Özal, Celal Talabani üzerinden Abdullah Öcalan’ı ateşkese doğru yöneltti. Ondan sonraki ikinci ateşkesin uzatılmasında da doğrudan benim önemli rolüm vardı. İlk ateşkesin süresi biterken, Talabani’nin Öcalan’a telkinde bulunmasını, şartsız ve süresiz uzatması gerektiğini söyledim. Talabani de beni aradı “Tamam, konuştuk, öyle yapacak, cumhurbaşkanına söyleyebilirsin” dedi. Ben de Orta Asya gezisindeki Turgut Özal’a bu bilgiyi iletmek için Türkmenistan’a gittim. Beraber Türkiye’ye dönerken, Azerbaycan-Türkiye yolunda uzun uzun konuştuk. Geziden geldikten hemen sonra Turgut Özal vefat etti.

O tarihin ilk ateşkesiydi. Fakat Türkiye o dönemde bunu idrak edemedi. Turgut Özal’dan başka bu konunun üstüne eğilen yoktu. Özal da bu konuda zayıftı.

1993 sürecinde Turgut Özal yalnız mıydı?

O dönem koalisyon hükümeti vardı. Süleyman Demirel başbakandı, hükümetin diğer ortağı da SHP idi. SHP’nin genel sekreteri Deniz Baykal, Turgut Özal’ı onursuzca Çankaya’dan indirmekten bahsediyordu. Süleyman Demirel’in de Turgut Özal’la DYP-ANAP meselesinden kaynaklı husumeti vardı. Ve Türkiye’de askerin çok büyük bir ağırlığı vardı.

Asker de bu ateşkesin PKK’nin zayıf düştüğü, dolayısıyla güç kazanmak için bir ara verip güç toplama amaçlı olarak yaptığını düşünüyordu. Tarihin başlangıcı birinci ateşkesti. Bir aylık ve süreliydi. 16 Nisan 1993’te uzatıldı, 17 Nisan’da Turgut Özal vefat etti. 15 Nisan’da Türkiye’ye gelirken Özal bana kafasındaki planı anlattı ve kaygılarını söyledi.

Kaygıları neydi?

Özal bana, bu fırsat kaçırılırsa kendi söylemiyle “Terör öyle bir döner ki kan gövdeyi götürür” dedi. Öyle de oldu. Özal’ın ölümünün 40’ı bile geçmeden, 24 Mayıs 1993’te Elâzığ-Bingöl karayolunda 33 er öldürüldü. O kimin provokasyonuydu belli değil. Tamam saldırıyı PKK’liler yaptı ama kim talimatı verdi? Ama şunu iyi biliyorum; Abdullah Öcalan’ın talimatı ve bilgisiyle olmadı.

Nerden biliyorsunuz?

Bu olayı duyduğum anda telefonla Celal Talabani’yi aradım ve “Öcalan hemen bir açıklama yapsın, kınasın. Yoksa bu iş gider” dedim. Yani bu olaya ateşkes filan dayanmaz. Talabani de dedi ki, “Biz haber geldiğinde yanındaydık (Öcalan) şaşkına döndü ve odadaki Cemil Bayık’a döndü, ‘Nedir bu durum” dedi.” Talabani, Öcalan’ın yüzündeki tepkiden dolayı tamamen bundan habersiz olduğuna “Ben tanığım” dedi. Netice itibariyle önemli olan, ateşkes bitti ve Kürt sorunu silahlı şiddet çatışma boyutu tarihinin en kanlı dönemine girdi. 1993’ün mayıs ayı sonrasından 1999’a kadar kan gövdeyi götürdü. Turgut Özal’ın kaygısı gerçek oldu.

Bir de Elâzığ-Bingöl karayolundaki 33 erin öldürülmesi meselesinde dış güçler ihtimali çok kuvvetli.

O saldırının dış güçler boyutu nedir ki? Size göre hangi ülkelerin parmağı var?

Doğumuzda ve güneyimizdeki ülkeler… İran ve Suriye. Onlar için Türkiye’de Kürt meselesinin barışçıl bir ortama girmesinin çok faydası yoktu. Türkiye’nin o süreçte zaaf içinde bulunması, enerji kaybetmesi, sıkıntıda olması kendilerince anlaşılır nedenlerden dolayı istenilebilirdi. İşte o süreçte ateşkes bitti ve en az altı yıl ülkede kan gövdeyi götürdü ve kangren oldu.

Sanki şu anda her şey pamuk ipliğine bağlı. Yanılıyor muyum?

Coğrafyamız değişmedi, duruyor. Sürekli teyakkuzda bulunmaya, gözümüzü dört açmaya ve provokasyonlar olma ihtimalinin bulundurmaya devam etmemiz lazım. Bu gül bahçesinden bir yol değil. Mayınlı arazide yol almaya çalışıyoruz.

İmralı heyetinde Sırrı Süreyya Önder en zor kısmın geride kaldığını söyledi. Öyle mi?

İnşallah öyledir… Muhtemelen de öyledir. Ama bütün siyasi aktörlerin, kamuoyunun kısaca herkesin teyakkuzda olmaya devam etmesini de her şeye rağmen sürdürmek gerekiyor. Öcalan’dan yana bir kaygım yok ama Türkiye’deki siyasi karar vericinin, özellikle AK Parti çevresinin bu konuda, provokasyon dahi olsa vazgeçememesi lazım. MHP’den endişem yok… Ama AK Partililerin beyanları insanları rahatsız ediyor. Mesela Ömer Çelik her ağzını açtığında söylenmemesi gereken bir dille konuşuyor.

Bu süreçte MHP’ye güveni nasıl savunuyorsunuz?

Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’den itibaren başlayan açıklamalarındaki bakış açısını süsleyen argümanlar, Bahçeli’nin bir tarih tezinden hareket ettiğini ve yine de bir gelecek tasavvuruyla konuştuğunu gösteriyor. Bahçeli şu an hangi adımı atıyorsa, hangi cümleyi kullanıyorsa, arkasında katılırsınız katılmazsınız bir tarih tezi var. Erdoğan ise bugünün yöneteni ve her attığı adımda oy hesabı yapan bir konumda.

MHP ile masaya oturmak, 30 yıldır ülkeyi yöneten siyasi iktidarla oturmaktan daha mı kolay?

Kaba bir benzetme yapacak olursak, dönemin Güney Afrika cumhurbaşkanı Willem de Klerk ve Mandela, Bahçeli ve Öcalan gibi. 1993’te Nobel Barış Ödülü’nü ikisi birden aldı. Güney Afrika’da de Klerk de beyaz ırkçı rejimin lideriydi. Ama kaba bir benzetme yapacak olursak buradaki ikili Bahçeli ve Öcalan’dır.

2013-2015’ten önce 2011’deki Oslo süreci vardı. Oslo ve 2013’teki iki çözüm süreci arasında nasıl farklılıklar vardı? O dönem neler yaşandı?

Herkes Oslo’yu atlıyor. Oslo süreci hem gizli olması hem de eski olduğu için hep kenara bırakılıyor. Oslo süreci daha önemliydi. Çünkü masa kurulmuştu. PKK ile devlet, devlet olarak da MİT yüz yüze geldi. O dönem başbakan müsteşarı sıfatıyla doğrudan Tayyip Erdoğan’ın yetkilendirmesiyle Hakan Fidan masaya oturmuştu. Fidan beşinci toplantıdan sonra katılmıştı. Sonradan MİT müsteşarı oldu zaten. Orada 11 tane görüşme yapıldı. Devlet ve PKK’li yetkililer aynı otellerde kaldılar. Zübeyir Aydar, Sabri Ok, Remzi Kartal… Daha ilginci ilk beş toplantıda Kandil’den iki kişi geliyor. Mustafa Karasu ve Sozdar Avesta.

Şimdi bu iki isim Kandil’den Oslo’ya gelebilmek için önce Erbil’e, Erbil’den de Viyana’ya, oradan da Oslo’ya geliyorlar. Oslo’da da Türk heyetiyle oturuyorlar, sohbet ediyorlar, yemek yiyorlar vs. aynı yoldan da geri geliyorlar. PKK heyeti “Bizim baş müzakerecimiz Abdullah Öcalan’dır” diyor. Toplantıdaki görüşme notları için “Öcalan’dan fikir almamız gerekiyor” diyorlar. Şimdi kim götürüyor o notları Abdullah Öcalan’a? Oradaki Türk heyeti götürüyor. Aynı ekip Öcalan’ın talimatlarını da o toplantıya getiriyor. Dünya tarihinde görülmemiş bir şey. Türkiye’nin Milli İstihbarat Başkanlığı, PKK’nin yöneticileri arasında bir arabulucu gibiydi. 11 tane toplantı yapıldı. Ve bütün organizasyonun olabilmesi için de birtakım devletlerin gözlemciliği var. Yani üçüncü bir göz var. Ayrıca zabıt tutuluyor. O zabıtlar hem devletin hem de PKK’nin arşivinde. Mesela Oslo’ya nazaran 2013-2015 süreci tamamen yerli ve milli bir süreçti. Ancak Oslo’daki üçüncü göz, ihtilaflı taraflar tıkandığı noktada müdahale edebiliyordu.

Suriye’deki silahlı güçler açısından da bu süreç önemli. DEM Parti’den farklı açıklamalar geliyor. İmralı heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder, “Silah bırakma Suriye’yi de kapsıyor” derken, eş genel başkanınız Tülay Hatimoğulları ise “Bu çağrı Suriye’yi kapsamıyor” diyor. Hangisini esas almamız lazım?

Üç tane nedeni var. İki isimden hangisini esas alalım? Tülay Hatimoğulları partinin eş genel başkanı. Daha bağlayıcı olması gerek. Belki Sırrı Süreyya Önder tam anlatamadı.

İkinci olarak Öcalan’ın metninde Suriye yok.

Üç ve en önemlisi, Öcalan’ın çağrısının hemen sonrası Suriye silahlı güçlerinin bir numaralı kişisi olarak Mazlum Abdi, hararetle çağrıyı desteklediğini söyleyerek, “Bu bizi ilgilendiren bir durum değil, bu Türkiye ile PKK’yi ilgilendiren bir durum” dedi. Yani orayı da kapsar ise öyle inanacaksak, bu kapsayıcılığın muhatabı olan, onu yürürlüğe sokması gereken kişi, yani Mazlum Abdi “Bizi kapsamıyor” diyor.

O zaman orada da ayrı bir masanın kurulması gerekiyor?

Sorun o zaten. Türkiye’de tuhaf bir hal var. Suriye’ye de biz nizam vereceğiz gibi. Suriye, Türkiye değil, orası ayrı bir ülke. Suriye hakkındaki kararı Türkiye’den vermemeliyiz. “SDG silahlarını Ahmet el Şara’ya teslim etsin” diyorlar. Bunu söyleyebilirsin ama empoze edemezsin. Dayatmak için kendi silahlı gücünüzü kullanamazsınız. Suriyeliler kendileri karar verecek.

Suriye’deki Kürtlere tavır aldığın izlenimi veren bir durum, ülke içindeki Kürtleri de incitiyor. Dolayısıyla bu sürecin de selametini etkiliyor. Ayrıca Öcalan’ın çağrısıyla başlayacak gelişmeler, ister istemez izdüşümünü Suriye’deki duruma da olumlu anlamda bırakır. Eğer 29’uncu Kürt isyanı sona erecekse, şiddet Türkiye’de devre dışı kalacaksa, ilerleyen zamanda umut verice gelişmeler de yaşanırsa o zaman Türkiye’den kaynaklanan Suriye’deki Kürtlere hasmane gibi algılanacak girişimlerin bir manası kalmaz.

Bu çağrıyla açılan yol hedefine varırsa olumlu izdüşümünü ister istemez Suriye’ye de bırakacak.

CHP’nin bu sürece yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Şu anda konuştuğumuz ve Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla öne çıkan durum, sonuç itibarıyla hedefine ulaşırsa CHP’nin de işine yaracak. Çünkü Türkiye’nin selametini, geleceğini ilgilendiren bir durum. CHP’nin günlük siyaset gündeminin dışında bu konuya bakarak ön alması bile çok faydalı olur. CHP’nin bu sürecin önünü açmakta, katkıda bulunmakta, destek olmakta ve daha ileri adımlar için rol almasında büyük yarar var.

Sosyalistlerin tutumunu nasıl görüyorsunuz?

Sosyalistler bu sürece karşı çıkarsa Türkiye’de ekmek bulmakta zorlanır. Türkiye’de bu sürece karşı çıkmak olsa olsa MHP’yi kemirmek isteyen milliyetçi öbeklere fırsat verir. Zafer Partisi veya Muharrem İnce gibi. Sosyalistlerin bu süreci desteklemesi gerekir.