"Ufuk Güldemir'i ben işe aldım, Habertürk'te anama küfredildi!!!" Kim bu gazeteci?

Usta gazeteci Varlık Özmenek yazdı. "Yıllarca önce "birgün çok iyi bir gazeteci olacak" diye yüreğimin oyulduğu Ufuk Güldemir'in sahibi olmak zorunda kaldığı kanal (illizasyon) da; Anama küfür edildi canlı yayında..."

Habertürk Patronajı, İksir ve Bir Mektup

ANKARA- Bir Sansürsüz okuyucusu dost telefon etti, haberim oldu. Öyle izledim...

Habertürk TV kanalında 22 Ekim (2006) pazar gecesi "Basın Kulübü" programını izlerken baştan aşağı içim burkuldu...

Sonraki günlerde gazetelerdeki yankılanış biçimlerine baktım, hepten içimi burktu.

İzlediklerim... Dinlediklerim... Duyduklarım... Okuduklarım...Hatırladıklarım... Otuz yıl öncelere gidip gidip gelmelerimin düşündürdükleri...

Sıradan bir gazete yazımıyla; "Habertürk Yönetim Kurulu Başkanı Ufuk Güldemir, Melih Meriç yönetimindeki Basın Kulübü'nde gazetecilerin sorularını yanıtlarken, kişilik özelliklerini de kapsayan koşulların kendisine 'medya patronu olmaktan başka çare bırakmadığını' söyledi..." ile başlayan...

Ve bence Ufuk'un "Benim esas aşkım Cumhuriyet" (Milliyet, 24 Ekim) biçimindeki sözlerinin alıntısıyla yanyana getirilip çerçevelenmesine çalışılan yaklaşık 3-4 saatlik bir yayın gecesinin özeti...

Yırtıcı bir çırpıcı (mikser) içimi oydu...

Ufuk'u bu meslekteki ilk günlerinden tanıdığım için iki yerde takıldı ve yırtıldı:

Bir: " Patron olmak zorunda kalınış" meseleleri... ile

İki: Hayatla bağlarının çok zor bir döneminde hakkında yazı yazan iki meslektaşına, bir karşılaşmalarında Metin Münir'in yüzüne tükürme tepkisi ile Milliyet'te köşe yazmasını başlattığı Can Dündar'a ekrandan gönderdiği; kendi ifadesiyle; "Bizim Cumhuriyet gazetesinden bildiğimiz puşt iksiri içireceğim ona!..." iletisi...
... içim oyuldu. Keşke Ufuk böyle zor günlerinde olmasaydı, dedim...

Dilerim hastalığını yenebilsin. Ne diyeceğim şimdi...

***   ***   ***

İlkönce...

Bir: "Patron olmak zorunda kalınış" meseleleri.

28 yıl oluyor... THA (Türk Haberler Ajansı)'ndan ANKA'ya geçerken yazı işleri müdürü olarak ön şartım bir kadro oluşturmaktı...

Yıl 1978, Haziran...

Sevgili Teoman Erel genel yayın yönetmeniydi; ön görüşmemizde "olur kur" dedi. (Yıllarca sonra; "Tuhaf adamsın Arap! alacağın paradan önce, kuracağın kadroyu görüştük. Onun için de ucuza geldin ANKA'ya", demişti. Gülüşmüştük.)

Kadroya gelince... (Tabii transferler)

İlk olarak daha önce o yıllarda Milli Birlikçi ve nakliyatçı emekli yüzbaşı Numan Esin'in sahibi bulunduğu Vatan'da birlikte çalıştığım Zafer Mutlu'yu söyledim. "Onunla görüştük, tamam" dedi; hatta yine aynı gazetede birlikte olduğumuz Erbil Tuşalp ile de görüşüp onu da aldıklarını söyledi, sevindim. Ahmet Abakay Kıbrıs'ta askerliğini bitiriyor, yakında gelecek.

Yine "tamam" dedi, ben de iyiii...

- Başka?

- Fatih Güllapoğlu...

Tanımıyor. Ben daha önce İSTA ve THA'daki yöneticiliklerim sırasında yeni muhabirlere yakın durduğum için biliyorum. Parlamentodan gözüm üstlerinde. Teoman ile ta ilk TV yıllarından (1968) arkadaştık ve de hep gazetecilik tartışmalarımızda futbol üzerinden örnek vererek konuşurduk. O 'bireysel' oyunculuğun gücünü öne getirirdi; ben ise 'yıldız'lı ve yıldız olacaklardan kurulu takım oyununu, oyun kuruculuğu... O yüzden Fatih'i anlatırken;

- (O yıllarda Galatasaray'da santrafor oynuyor) Gökmen gibi, dedim. Deli-dolu ama gerekli. Haberi alır top gibi kendiyle birlikte ağlara takılır...

Hey gidi yıllar. Teoman futbolu da öyle oynardı. Bayıldı Fatih anlatımıma.

- Başka?

- Derya Sazak...

Onu da tanımıyordu. Rüzgar'lı Sokak'tandı Derya. Yeni Halkçı'dan... Onu nasıl anlatacaktım:

- Bu öyle değil. Sessiz-sakin ölçülü, dediğimi hatırlıyorum. Ehh solcu da biliniyor.

Teoman Derya'ya da bayıldı. Aynen Arap! Kadroda "denge ayarı" önemli.

- Başka?

- Ufuk Güldemir...

- Bu nasıl biri?..

Ufuk'u biraz zor kabul ettirdiğimi hatırlıyorum. Çünkü sadece foto muhabirliği kısa geçmişi vardı, çok sevimli bir kişiliği ve yüzünden akan zekâsı ve bildiğim TİP (Ankara Merkez İlçe) üyeliği vardı... Ve benim salt onun ileride iyi bir gazeteci olacağına ilişkin sezgilerim, daha önemliydi.

Galiba da kadro tamamdı. Ama...

Son anda Ufuk Güldemir gelmedi, bir gazeteye gitti.

- Abi çok özür dilerim, ben ajansta değil gazetede çalışmak istiyorum, dedi.

Ne dedim?

- Ben de senin yerinde olsam, aynı şeyi yapardım, gazeteye git, dedim.

Teoman hafiften sevindi gelmediğine ama daha çok burkuldu.

Kaç ay sonraydı bilmiyorum. Ufuk'un gittiği (Sahibi İhsan Altınel, Genel Yayın Yönetmeni Ankara Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Beyhan Cenkçi idi) Ankara'da çıkan Dünya gazetesi kapandı.

Böyle durumlarda hep muhabir takımına bakıp, üzülürüz. İşsizlik rezillik!...

Bir de Ufuk. Çok üzüldüm.

Teoman'a açtım konuyu. Olsun, şimdi alalım Ufuk'u...

Nur içinde yatsın Teoman Erel, çok inatçıydı. Olmaz, dedi. Değil mi ki, teklifimizi reddetmişti. Yahu daha yenidir, gazete tercihi hakkıdır falan filan...

- Olmaz!

Olmadı...

Birkaç ay geçti. Ufuk'u gördüm yolda. İşsiz. Ne'yapacağız?.. Kime söylesem, "bize önereceğine ANKA'ya alsana" diyor... İşsizliğin ne olduğunu kalan bilir. Ufuk sonuçta bana o gün;

- Abi gazetecilik mesleğim henüz başlamadan bitiyor; ücret, kadro falan da istemem, yeter ki bir yer olsun, bul bana dedi...

İçim oyuldu , içim oyuldu dediğim bu. O günlere gittim... Ailece durumlarının iyi olduğunu söylüyordu ama, Ufuk gazeteci olmak istiyor ve ben onu okuyorum. Anlıyorum onu. Ama?..

Ben ki, "kadrosuz, sigortasız" çalışma durumlarım olmuştu nice... Şimdi nasıl Ufuk'a 'para istemez' deyip iş arayacaktım da, bulacaktım?..

ANKA'dan önce çalıştığım THA'nın genel yayın müdürü Niyazi Dalyancı ile yazı işleri müdürü Osman Saffet Arolat'ı (*) aradım söyledim; tabii ki onlar da aynı şeyi söylediler:

- Yahu Arap bu çocuğu bu kadar övüyorsun da, bunu niye ANKA'ya almıyorsun?

O yıllar ve uzun yıllar çok iyi arkadaşlarımdı...

- Sizinle bunu sonra konuşurum. Alın bu çocuğu. İleride çok iyi gazeteci olacak. Üstelik TİP'li...

Ufuk'u aldılar.

Çok değil iki hafta sonra telefon:

- Arap, bu çocuk müthiş!

Tabii çok fazla tutamadılar... Cumhuriyet'e gitti ve gitti gider...

*** *** ***

Gelelim...

İki: Cumhuriyet gazetesinden öğrendiğini söylediği kendi deyimiyle "puşt iksiri içiririz" meselesi...

Bir TV kanalından açıkça bangır bangır... Bu kanal alışık.

Ne diyeceğim?..

Ufuk Güldemir'in sahibi olduğu Habertürk TV kanalında 22 Eylül 2003 günü... Hakan Aygün canlı yayında Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök ile soru-cevaplaşıyor.

Ve benim bir gün önce 21 Eylül 2003 günlü Sansürsüz'deki "Zihinsel Engelli Demokrasi-Bir Medya Personelinin İtirafları mı?" başlıklı yazımdan alıntılanan bir soru yöneltiliyor, "Buna ne dersiniz?" diye soruluyor E.Özkök'e.

Cevap! Mı?

Yıllarca önce "birgün çok iyi bir gazeteci olacak" diye yüreğimin oyulduğu Ufuk Güldemir'in sahibi olmak zorunda kaldığı kanal (illizasyon) da; Anama küfür edildi canlı yayında...

*** *** ***

Bu yılla 175. Yıldönümünde Türk Basın Medya Tarihine armağan olsun!

Ne iksirmiş...

Sevgili Sansürsüz okuyucuları, 175 yıllık Türk Basın-Medya Tarihi böyle çürüdü zehirlendi gitti... İşte böyle.

Şimdi size Habertürk'te "Basın Kulübü"nün yayınlandığı günkü (22 Ekim 2006) bir mektubu sunacağım; İksir-miksir değil...Türkiye'nin yer altı suları gibi berrak gazetecilik emeğinden süzülüp geliyor, siz buraya bakın:

"TUTUKLU GAZETECİ VE YAZAR EMİN ORHAN'IN BASINA VE KAMUOYUNA MEKTUBUDUR

Çok sayıda gazeteci ve yazar gibi 21 Eylül'de gözaltına alınıp tutuklanan Dayanışma gazetesi Editörü ve Atılım gazetesi yazarı Emin Orhan'ın Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu aracılığıyla basına ve kamuoyuna hitaben yazdığı 17. 10. 2006 tarihli mektubu bilginize sunuyoruz... Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) 22 Ekim 2006

Öncelikle kucak dolusu merhaba,

Tutuklanmamız henüz bir ayını doldurmadı. Tutuklanmamızın hiçbir hukuki dayanağı olmadığı gerçeğinin altını çizmek istiyorum. Bir gazeteci olarak asılsız suçlamalarla yüzyüze kaldım. Her muhalif basın çalışanı, gazeteci
gibi kimilerinin işine gelmediği zaman tutuklatma yolunu seçtiği bilinen bir gerçektir. Aynı şey yıllardır çok sayıda düzen muhalifi gazeteci ve yazarın başına geldi. Polisin uydurma, düzmece belgelerine dayanarak tutuklandım.
Açıkcası bir komplo ile yüzyüze kaldım/ kaldık. Polisin hazırladığı ve sorgu hakimliğinde açığa çıkan komplonun temelsiz olduğunu özellikle belirtmek isterim. Bir kere mahkeme salonunda bütün çıplaklığı ile komplo olduğu açığa çıktı. Eğer az çok hukuk bilgisi olan biri (hatta olmayan biri de) sorgu hakimliği sürecini izlemiş olsaydı haksız, mesnetsiz bir tutuklama ile karşı karşıya olduğumuzu görebilirdi. Ben Dayanışma gazetesinde çalışıyorum. Aynı zamanda Atılım gazetesine de yazılar yazıyordum. Hem Dayanışma gazetesinde çalışan hem de Atılım gazetesi yazarı olarak asıl tutuklanma nedenimizin düşüncelerimizden dolayı olduğunu belirtmeliyim. Muhalif gazeteci olmak neredeyse suç kapsamına sokuluyor.

Tekrar komplo meselesine dönersek... Polis, benim Dayanışma gazetesinde çalıştığımı bildiği halde BEKSAV?ı (Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı) Hacı Orman?la birlikte yönetmekle suçluyor. Herkes de
biliyor ki, BEKSAV, devlet denetiminde, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün izniyle açılmış bir vakıftır. Resmi yöneticileri vardır. Her vakıf gibi BEKSAV'ın da yöneticileri, üyeleri tarafından seçilir. Kaldı ki, BEKSAV gibi bir yasal kurumda yönetici değilim, olsam bile suç teşkil etmez. Diğer bir suçlama da 'örgüt üyesi olduğum' şeklindedir. Bir örgüte üye değilim ve olmadım da. Ama her nedense 'örgüt üyeliği' fikri hakimin kafasına yatmış. Bu da polisin hazırladığı komplonun ikinci ayağını oluşturuyor. Ortada delil yok. 'Delil'i polis kendisi hazırlayıp savcının önüne koymuş. Düşüncelerimize karşı çaresiz kalanlar 'örgüt üyeliği' komplosunun ardına sığınacak kadar acizleşmiş bulunuyorlar.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu'nun, basın meslek kuruluşlarının, kitle örgütlerinin, ilerici kamuoyunun, aydın ve yazarların, gazetecilerin başta şahsım olmak üzere bütün tutuklu gazetecilerin karşılaştıkları haksızlıkları, adaletsizlikleri ve komployu teşhir etmesini bekliyorum. 17 Ekim 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesinin eki Cumhuriyet dergide yayımlanan Alper Turgut'un haberini okudum. Tutuklu gazeteciler ve yazarlar gerçeğini
dikkat çekmiş. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu'nun görüşlerine de yer vermiş. Tabi ki basın emekçilerinin, basının bu soruna daha fazla yer vermesi gerekiyor.

2 Ekim'de Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevine nakledildim. Buraya girişte epey zorluk ve sıkıntılarla karşılaştık. Buraya 8 kişi getirildik. Özgür Radyo Haber Müdürü Halil Dinç de aralarında bulunuyor. Girişte insafsız ve
vicdansızca saldırılara maruz kaldık. Tamamen asılsız suçlamalarla 30 gün görüş, 45 gün mektup ve faks yasağı cezası verildi. Öyle sanıyorum yakın bir zamanda uygulamaya sokulur. Yine burada ağır tecrit koşullarında kaldığımızı belirtmek istiyorum. Tek kişilik hücrede kalıyorum. Son günlerde slogan attığımız gerekçesiyle ikinci bir mektup yasağı cezası vermek için bizden savunma istendi. Tek kişilik hücrede kaldığımız yetmezmiş gibi haksız ve hukuksuz bir biçimde havalandırma hakkımız da gasp ediliyor. Nerdeyse tüm zamanımızı tek başımıza hücremizde geçiriyoruz. Hem mektup ve görüş yasağı ile hem de havalandırma kapımızı kilitleyerek tecrit koşullarımız ağırlaştırılıyor. Siyasi düşüncelerimiz ve mesleki kimliğimiz hiçe sayılıyor.

Burada hiç kitap olmaması, getirilen kitaplarımızın verilmemesi de ayrı bir sorun. Günlük gazeteleri alabiliyoruz. Ancak Atılım gazetesinin sadece bir sayısını alabildim.

Mektubumu burada sonlandırırken, uğradığımız haksızlık ve adaletsizliklere, komplolara karşı yürütülen özgürlük mücadelesine desteğinizin artarak süreceğine inanıyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Hasret, umut ve dirençle selamlıyorum.

Emin Orhan, Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi"

*** *** ***

Olayı olduğu gibi tarihin gazetesine geçiyorum.

İçim Emin Orhan'larla çağıldıyor...

(bkz. çağıldamak: Sular akarken kayalara çarparak çıkardığı ses. Türkçe Sözlük'ler)

---------------------------

(*) Niyazi Dalyancı bugün BBA'dan emekli (Bağımsız Basın Ajansı) gazeteci, Osman S. Arolat da Dünya Gazetesi Genel Yayın Yönetmenidir.