"Rüyan gerçek oldu! Az önce babam kalp krizi geçirdi, onu kaybettik!!!"

Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman babasının ölümünü yazdı. İşte Ayşe Arman'ın il kez yayınladığı aile fotoğrafları ve babasına yazdığı yazı.

Babam bir ırmaktı gökyüzüne aktı

O sabah ağlayarak uyandım. Hıçkıra hıçkıra. Elimde değil durduramıyorum. Rüyamda annem hamile, babamın çocuğunu doğurmaya çalışıyor.

Doğuramadı.

İçinde babamın bebeğiyle öldü.

O anda taş yutmuş gibi oldum.

Bir şey koptu bedenimden.

Kolum, bacağım gitti sanki...

Öyle hissettim.

*

Çekirdek külahı gibi, beyaz bir kefen içindeydi...

Tepesi mektup gibi katlanmış.

Açtım kefeni, baktım, annemin yüzü mosmor, dayak yemiş gibi, her yeri yara bere içinde, "Bizden gizlemiş meğer ne çok acı çekmiş" dedim.

O anda birden gözlerini araladı.

Çocuklarınki gibi bir çift mavi göz bana bakıyor.

Annemi çektim aldım o kefenin içinden, nasıl hafif, kuş gibi.

Alya ile oynadığımız bir oyun var, Alya benim kucağımda evin içinde dönüyoruz, "Güzel Alya" diyorum müzikli bir biçimde, o da "Güzel anne" diyor, "Aşkım kızım" diyorum, o da "Aşkım anne" diyor, dönüyoruz, gülüyoruz, dönüyoruz...

"Güzel Mami" dedim.

"Sen dünyanın en güzel, en iyi mamisisin..."

Utangaç bir biçimde gülümsedi.

Ben anneme oldum olası duygularımı açabildim, aklımdaki, yüreğimdeki neyse hep söyleyebildim.

Yine öyle yaptım.

Onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim.

*

O anda fark ettim, o da ne, masanın üzerinde bir cenin duruyor.

"Bu kim?" dedim.

"Baban" dediler.

"Ona ne oldu?" dedim.

Dediler ki "Acı içti."

Bana bu bilgileri kim verdi bilmiyorum ama birileri verdiler işte.

"Acı içmek ne demek?" dedim, "Acı nasıl içilir?"

Anlattılar.

Acıyı, şurup şişesi gibi bir şişeye doldururmuşsun, uçmasın diye de tepesini sıkı sıkı telle sararmışsın, sonra da kafana dikip, yutarmışsın.

İşte öyle yapmış babam.

"Ya sonra ne olmuş?" dedim, korkarak.

Dediler ki "Acı, içinde patladı..."

"Ne yani öldü mü?"

"Evet."

Bir şey daha koptu gitti bedenimden...

Bu, daha kuvvetli bir kopuştu...

Çünkü babam, hayatım boyunca duygularımı ifade edemediğimdi, kafasından neler geçtiğini bilemediğimdi, soramadığımdı...

Onunla mesela kızımla oynadığım oyunu oynayamadım.

Hiçbir zaman.

Onu bırakın, babama hiçbir zaman doyasıya sarılamadım bile, belki çok küçükken, çünkü babamın görünmez duvarları vardı, hoşlanmazdı ona dokunulmasından, sarılınmasından, "Sen" bile diyemedim ben ona, o hep "Babacım siz..."di...

Böyle çok yakın ama mesafeli birini kaybettiğinde, biri elini içine sokuyor, ciğerini söküyor alıyor.

Hep varolduğunu, varolacağını varsaydığın vaktin sonundasın...

Hatta bitmiş...

Ve o çok sevdiğin bir insan, baban, sen onu tam olarak tanıyamadan gitmiş...

Kahrolduğunla kalıyorsun.

*

Rüyamda...

Bana "Öldü ama onu son kez görebilirsin" dediler.

"Hadi git vedalaş..."

En hoş, en havalı haliyle koltukta oturuyordu.

40'lı yaşlarındaydı, esmer Çukurovalı bir ten, ışıl ışıl gözler...

Sevgiyle, hayranlıkla ve biraz da duygularını ifade edemeyenlerin ürkekliğiyle baktım yüzüne, ağzımdan şu sözler dökülüverdi:

"Baba bu son değil di mi... Nasıl olsa görüşeceğiz di mi?"

Ondan onay istedim, teyit istedim.

Zaten hayat boyu istediğim buydu.

Hayatımdaki en değerli erkek tarafından onaylanmak.

Annemle ne kadar açık idiysem, babamla o kadar         karmaşık, kapalı bir ilişkimiz vardı. İşte bir kere daha, her şeyi o beni onaylasın diye yaptığım adamın karşısındaydım.

İçimi rahatlatmak istercesine, "Tabii ki görüşeceğiz" dedi.

"Baba" dedim, "Bir hatam olduysa affet, ben seni çok seviyorum."

Nasıl rahatladım, nasıl rahatladım, sonunda söyleyebilmiştim.

O da "Tamam kızım" dedi en yumuşak sesiyle.

Babam, dünyanın en inat adamıdır çünkü.

Onun gururu, onuru, kendi doğruları, prensipleri her şeyden önemlidir. Nesli tükenen o müthiş, eski adamlar gibidir. Benim babam hayat boyu kimseye gebe kalmamıştır. Eğilip, bükülmemiştir. Sevmediği insanlarla       görüşmemiştir, affetmemesi gerektiğine inanıyorsa, affetmemiştir, hayatı boyunca istemediği hiçbir şeyi yapmamış, istemediği hiçbir yere gitmemiştir.

O yüzden babamın bir ırmak gibi gökyüzüne aktığını düşünüyorum.

Kendi isteğiyle.

Benim babam bir hastalıktan uzun süre çekecek, hastanelerde aylarca sürünecek, elden ayaktan düşecek bir adam değildi.

Tuhaftı, biraz da ters, nevi şahsına münhasır...

Sağlık delisi biri değildi, sigarasından, içkisinden, yemeğinden asla taviz vermedi.

Kaç takla attık bir anjiyo yaptırabilmek için, başaramadık.

Kalp krizi onun kendine seçtiği, ani gelen ideal ölümdü.

Küt diye gidersin, dertsiz, tasasız, arkandakilere çektirmezsin.

O da öyle yaptı.

Babası Nevzat Arman gibi.

Ne var ki gereksiz yere elini çabuk tuttu.

Bu kadar acele de şart değildi.

Son anda bir şey dürttü, dedim ki rüyamda:

"Baba senin hiç mi hatan yoktu?"

Öyle bir baktı ki suratıma...

Sanki bir şeyler vardı anlatacağı...

Sanki biraz daha zorlasam dökülecekti...

Gördüm o ifadeyi yüzünde, gerçeği söyleyip söylememek arasındaki tereddüdünü...

Sonra da bir sır paylaşır gibi fısıldadı:

"Olmaz mı kızım... Benim de hatalarım oldu tabii. Hatasız kim var?"

Orada kesildi rüya.

*

Gözlerimi açtığımda içim oyulur gibi ağlıyordum.

O gün herkese anlattım bu rüyamı.

Anneme, Necla'ya, Demet'e, Eli'ye, Betul Hanım'a, ablama...

Uzun uzun...

Bütün gün babamın görüntüleri geçti beynimden.

Salak ben, herkesi aradım da bir onu aramadım, "Rüyamda sizin öldüğünüzü gördüm" muhabbetinden hoşlanmayacağını bildiğim için.

Ah salak ben.

Arasaydım son kez sesini duyabilecektim.

Birkaç saat sonra ablam aradı.

"Rüyan gerçek oldu" dedi hıçkırarak.

"Az önce babam kalp krizi geçirdi, onu kaybettik..."

Ölü evinden notlar

'Baba"yı kaybetmek gerçekten koyuyor. Yaşamadıysan, bu acıyı bilemiyorsun. "Annesini -  babasını kaybetmişler" bu satırları okurken ne demek istediğimi anlıyordur. Ben eskiden anlamazdım, şimdi ben de o kulübe üyeyim. Alya'yı doğurduğumda biraz büyümüştüm, şimdi iyice büyüdüm.

Cenaze töreni İstanbul'dakilerden farklıydı. İstanbul'da Teşvikiye Camii'ne gidersin, dikilirsin, aileye baş sağlığı dilersin, sonra "vın" diye hayata, işe geri dönersin. Bazen çok yakın biri değilse, mezarlığa bile gitmezsin. Ama taşrada farklı. Genellikle camiler mezarlığın içinde, camiden toprağa vereceğin yere kadar yürüyerek gidebiliyorsun.

Bana korkunç gelmedi. Belki de babam diye. Tam tersine mutlu oldum onu son kez öpebildim diye. Mis gibi pırıl pırıldı saçları, yeni kesilmişti, o gün de tıraş olmuştu. Yüzünde belli belirsiz, "Yaptım yine yapacağımı, sizi şaşırttım değil mi?" ifadesi. Eli de açıktaydı. Elini de tuttum, alnından da öptüm. Saçlarını da sevdim, güle güle babacım dedim.

İnsanı en acıtan toprağa verme kısmı. İşte o zaman, bir daha görmeyeceğin duygusu dank ediyor. "Aman" diyorsun "Dikkat edin, kafasını bir yere çarpmayın, canı acımasın." Ondan sonrasında kopuyorsun zaten.

Bir kere daha gördüm ki, kardeşin varsa, acıya tahammül gücün artıyor. Ablam Suna,  kardeşim Nevzat ve eniştem Keko ile (abim sayılır) kenetlendik. Amcam Ali Arman ve halam Huriş de öyle. Onlar hem annelerini hem babalarını kaybettiler, anlattıklarına göre kardeş acısı da en az o acılar kadar felaket bir acıymış.

Ben daha tek tip cenazelere alışığım. Benzer kültürler, benzer insanlar. Babamınki öyle değildi. Farklı kesimlerden insanlar vardı. Valisinden oto elektrikçisine,  Avusturya Lisesi'nden arkadaşlarından İsviçre'de yaşayan nikah şahidine, 30 yıldır görmediğimiz alt komşulardan köydeki odacılara, evdecilere, bahçecilere kadar. Rakı vermediği için kavga ettiği kebapçısı bile oradaydı. Düğünler davetiyelidir, sayılı insan gelir, ama cenazeler öyle değil, duyan gelir. Görülmemiş bir kalabalık vardı.

Arayan, mesaj atan, mesaj bırakan, e-mail atan, çelenk yollayan, Türk Eğitim Vakfı'na bağışta bulunan herkese, herkese çok çok teşekkür ederim. Bizi          yalnız bırakmadınız, acımızı paylaştınız. Bakanlar, siyasiler, medya dünyası, gazeteciler, sanatçılar, çalışma arkadaşlarım, ilkokul arkadaşlarım, lise arkadaşlarımız, çocukluk arkadaşlarımız ve dostlarımız sağ olun, var olun. Hakkınızı nasıl öderiz bilemiyorum. O kadar geniş bir ilgi söz konusuydu ki şaşkınlıkla izledim.

Bir de insan beyni tuhafmış, arayan, sana ulaşan herkesi bir şekilde biliyorsun, kaydediyorsun. Kendi kendine "Aman Allah'ım, bilmem kimin babası öldüğünde, ben rahatsız ederim diye aramamıştım" diyorsun. Bundan sonra daha duyarlı bir insan olmaya gayret edeceğim.

7 gündür evdeyiz. Taşra adetleri farklı. İki katlı evin her yeri dolu.  Ve sürekli yemek geliyor. Baklavalar, börekler, tatlılar, aklınıza ne gelirse. "Onlar şimdi acılı, yemek memek düşünemezler" diyen, tenceresini kapıyor soluğu bizim evde alıyor. Her akşam ya babamın, ya annemin, ya da ablamın bir arkadaşı yemek veriyor. Evin için yetmiyor, bahçeye ışıldaklar, ısıtıcılar konuyor, kapıdan içeri giren herkes önce sofraya davet ediliyor. Müthiş bir şey. İnanılmaz bir birlik, beraberlik, kah gülünüyor, kah ağlanıyor.

Murat Hoca her akşam Kuran okumaya geliyor. Sureleri okuduktan sonra, Türkçe meallerini anlatıyor, insanın içi huzur doluyor. Ne dediğini de anlıyorsun. Ses tonu da güzel. Üstelik son derece modern bir hoca.

İlk flörtüm, ilk sevgilim, ilk kocam da geldi. Hayat boyu değdiğim, benim için önemi olan bütün erkekler babamın cenazesinde bir şekilde buluştu. Evet, hepsini bir arada görmek bana da bir tuhaf geldi ama olabiliyormuş. Hepsi oturup birlikte sohbet ettiler.

İnternetteki fotoğraflarımı görünce ben de üzüldüm kendime. En aciz, en zayıf, en ağlak halimle oradayım. Ama babam öldü, ağlamayacağım da ne yapacağım. İnsanların şaşırmasına şaşırıyorum.

'Allah bu acıyı unutturmasın" çok hoşuma giden bir söz. Allah hiçbirimize yaşadığımız acıları unutturacak daha kötü acılar yaşatmasın.

Kardeşim Nevzat, Montblanc'da sevgili Yeliz'e bir helikopterde tek taş yüzük çıkarıp evlenme teklif ediyor. İçinden öyle geldiği için de ağlıyor, Yeliz kabul ediyor ama o da ağlıyor. Helikopterin gürültüsünden de Nevzat'a bir türlü "Evet"ini duyuramıyor, inince "Senin karın olmaktan gurur duyarım" diyor. Gidiyorlar bir yerde babamla annemin en sevdiği şarabı açtırıyorlar. Babamı arayıp, müjdeli haberi veriyorlar, "Demek nişanladınız çok sevindim" diyor. 24 saat bile geçmeden babamın ölüm haberi geliyor.

Güzel annem Adana 1969. Annem bana hamile. Annem, babam, ablam ve ben.

Babamın duygularını anlatabilmesi için bir iki kadeh içmesi gerekirdi. Nenem Kutas Arman, dedem Nevzat Arman, çocukları Huriye, Ali ve babam Mehmet Arman (arkada ayaktaki.) Kuzenleri Sefa Özler ile birlikte (önde kucaktaki) Annem, babam ve ablam bir arada. Babam fotoğraflarda kameraya direkt bakmaz. Hep böyle hüzünlü bir hali vardır. Ah benim yakışıklı babam
Bern, 1965. Babam, kapı komşusu balerin Veronika Passler ile evleniyor. Ben bıyık sevmem ama bıyık ona yakışırdı

Ayşe Arman/Hürriyet