Seda Öğretir, Yeşim Sağlam, Deniz Tüysüz ve Deniz Kilislioğlu kız kıza Roma tatilinde

NTV Haber Merkezinin başarılı isimleri, Deniz Tüysüz, Yeşim Sağlam, Seda Öğretir ve Deniz Kilislioğlu geçtiğimiz eylül ayında kısa bir Roma tatili yaptı. Roma sokaklarını turlayan NTV ekibinin 3 günlük gezi notları, ntv internet sitesinde yayınlandı.

Seda Öğretir, Yeşim Sağlam, Deniz Tüysüz ve Deniz Kilislioğlu'nun ntv.com.tr'de yayınlanan Roma önerileri şöyle:

Öncelikle, Roma'yı eğer Vespa ile turlamazsanız Roma'yı gerçekten hissedemezsiniz.

Meşhur Roma dondurmasından tiramisuya, Villa del Priorato di Malta manzarasından 'spiral merdivenlere' Roma hakkında bilmeniz gerekenler bu yazıda...

Ve bir de not: Roma'ya iyi davranın ki; Roma da size iyi davransın...

DENİZ TÜYSÜZ: EN AZ İKİ KEZ GELİN

Roma'ya gitmek için o kadar çok sebep var ki.. Hangi birini yazmalı neyi ön plana çıkarmalı... Roma'ya bence imkanlar doğrultusunda en az iki kere gidilmedi.. Çünkü her gidiş ayrı bir keşif demek.. Tarihi eserleri ayrı, yeme içme kültürü ayrı bir gezi konusu.

Trastevere Roma'nın eğlenceli yeme içme bölgesi. Mutlaka gidilmeli, görülmeli ve tadılmalı.. Arnavut kalırımları sarmaşık kaplı taverneları, eskimiş apartmanları, binbir çeşit kafeleri, dövmeci dükkanları, her akşam kapısında kuyruk olan restoranları...

Trastevere, Roma merkezinden biraz uzak. Tiber Nehri'nin batı yakasında yer alıyor.. Zaten Trastevere ile ilgili ansiklopedik bilgiye boğmayacağım sizi. Aklımda kalanları tavsiye edeceğim. Trastevere'de sayısız restoran var. Dolayısıyla seçim yapmak zor.

CACIO PEPE: 7 EURO

Biz Roma'da bulunduğumuz 3 gece de yemekleri burada yedik. İlk gittiğimiz restoran Casetta di Trastevere.. Fiyatları çok uygun 6-7 euroya doyurucu bir makarna ya da pizza yiyebiliyorsunuz. Restoranın içi de dışı da tam İtalyan tarzı.

Örneğin tavana gerilmiş iplerde çamaşırlar asılı. Burada benin en beğenerek yediğim makarna Cacio pepe. 4 peynirli bir makarna. Aromalı peynirleri sevenler için tadı harika, fiyatı 7 euro. Makarnanın tabağını peynirden yapıyorlar makarma bitince tabağı da yiyebiliyorsunuz yani :)

Bunun gibi bir çok çeşit makarna var ve tabii ki pizza. Bir diğer restoranın adı Tonnarello. Makarnaları et yemekleri harika.. Buraya da mutlaka uğranmalı. Her gece önünde kuyruk oluşuyor. Biz orada yemek yiyebilmek için tam 1,5 saat kapıda bekledik ama beklerken de çok eğlendik

CONVERSE BOYAYAN ADAM

Trastevere sokaklarında Converse boyayan bir adamın dükkanı var. O gerçek bir sanatkar. Bez Converse ayakkabıların üzerine sanatını nakşeden adam, harika resimler çiziyor. Ustalığı ve bir fırça darbesiyle bez ayakkabıları sanat eserine dönüştürdüğü anlar görülmeye değer. Ayakkabı delileri için mutlaka görülmesi gereken bir yer. Fiyatı 80 eurodan başlıyor... (Yeşim bunu çok beğendi)

DONDURMANIN BAŞKENTİ

Roma denince dondurmadan söz etmeden de olmaz... Roma'da dondurma yedikten sonra "Ben daha önce dondurma yememişim" diyebilirsiniz. Kızlarla dondurma dükkanıma girdiğimizde baya gürültü yaptık. Ben şundan yiyeceğim, aaa ben bundan da yiyeceğim gibi cümlelerle baya komik gözüküyorduk. Aklınıza gelebilecek her türlü tatlı ve çikolata çeşidinin dondurması var. Bizim gittiğimiz dondurmacı Gelateria Roma, bir çok yerde karşınıza çıkabilir. Via Nazionale caddesi üzerindekinde ben en çok hazelnuts çeşidi sevdim. Kızlar mint (naneli) olanına bayıldı...

YEŞİM SAĞLAM: SİSTİNE ŞAPELİ

Sistine Şapeli... Michelangelo’nun akıllara durgunluk veren dokunuşlarıyla hayat verdigi o büyülü ortam. Roma’ya iner inmez en güçlü motivasyonum hayranı olduğum Dan Brown’un Melekler ve Şeytanlar kitabında yer verdiği o şapelde nefes almaktı. Sistine Şapeli’ni de içinde barındıran Vatikan Müzesi’ne gittiğimizde bizi uzunca bir kuyruk bekliyordu. Bana mısın demedi. Yaklaşık yarım saatlik bir bekleyişin ardından müzenin içindeydik...

MELEKLER ŞEYTANLAR VE BİZ

Biletleri aldık ve müzenin koridorlarında ilerlemeye başladık. Dile kolay 42 bin metrekarelik bir alanda binlerce eser. Heykeller, mozaikler, kabartmalar, duvar resimleri hatta içinizi ürpertecek mumyalar... Her adımda uçsuz bucaksız bir hayranlık. Tek yönlü gezi sistemiyle Sistine Şapeli’ne ilerlerken Deniz Tüysüz’e kaç kez “geldik mi” diye sorduğumu hatırlamıyorum.. Sabırsızlığım, gördüğüm her muazzam eserle dizginlense de Sistine Şapeli’nin içinde olma arzum katlanarak artıyordu. Bilmem kaçıncı işaret levhasından sonra vuslata ermiştik. Fotoğraf çekmek yasak, konuşmak yasak... Sadece melekler ve şeytanlar... Başınızı her çevirdiğiniz yerde ilahi bir an, fırça darbeleriyle ölümsüzleşmiş hayal gücü... Kendinizi küçücük ve yetersiz ama bir o kadar da şanslı hissettiğiniz o dakikalar paha biçilemez. Tanrının Adem’e, Adem’in Tanrı’ya uzattığı el ve yaratılışın ilk dakikaları... Zamanın donduğu an.. Ve sonra suratsız bir görevlinin “şşşşşşş, sessizlik” sesi sizi gerçeğe döndürüyor. “Tamam anladık bizim de Ayasofya müzemiz var” diyerek ayrıldığımız Sistine Şapeli, bizi belki de gördüğümüz en muazzam merdivenlere sürüklüyor. Spiral merdivenlere...

SPİRAL MERDİVENLERDE FOTOĞRAF

İnenler ve çıkanların birbirleriyle karşılaşmadığı, bronz melek süslemeleriyle göz alıcı bir yapı... Fotoğraf çekme hissinizi depreştirmiyor desem yalan olur... Murada ermenin mutluluğuyla bir kahveyi hak ediyoruz... Kahve demişken; kalabalık bir ekiple Roma’ya giderseniz, bizim gibi ekip arkadaşlarınızın uyumu her şey demek.. Ayak uyduran, gerektiğinde damak zevkine aykırı hareket edebilen, söylenmeyen, eleştirmeyen, her şeye ama her şeye eyvallah diyen arkadaşlar.. Bi de sabah erkenden kalkıp macchiato yapan ve sizi ister istemez o aromasıyla ayağa diken bir ekip arkadaşınız varsa Romayı yakarsınız bile...

SEDA ÖĞRETİR: VESPA'SIZ OLMAZ!

Evet, biraz iddialı ama söylüyorum: ‘’Vespa ile değilseniz, Roma’da değilsiniz’’... Bu cümleyi kurmaya hakkım var, çünkü Roma’ya ikinci gidişim ilkine pek benzemedi. Roma’yı beş duyuyla yaşamak için Vespa şart. Yediğiniz o dondurmalar, pizzalar, tiramisular... Gittiğiniz o müzeler, meydanlar, tarihi eserler... Eğer yolculuğunuz ‘rüzgarlıysa’ daha lezzetli, daha şaşırtıcı, daha eğlenceli.. Öncelikle Roma’da Vespa kullanmak için motorsiklet ehliyetine ihtiyacınız yok. Türkiye’de otomobil kullanmak için aldığınız ehliyeti göstemeniz yeterli. Hatta -burası biraz sakıncalı olacak ama- daha önce motor kullanmış olmanız da çok önemli değil. Örneğin ben Türkiye’de iyi bir ‘motosiklet artçısı’ olabilirim ama motor kullanmadım. Lakin Roma’da Vespa kiraladığımız yerin yanındaki otoparkta 1 saat dönüp durmak suretiyle işi kıvırdım(!) İlginç şekilde üzerine bindiğiniz andan itibaren duygusal bir ilişki başlıyor kendisiyle. Kaskınızı takıp da trafiğe karıştığınızda gerçekten oraya ve o ana ait hissetmeniz uzun sürmüyor.
"PEK Bİ HAVALIYIZ!"

Caddelerde arabadan çok motor var. Her sokaktan, her köşeden motorcular çıkıyor. Bu da Vespa üzerinde sizi her daim tetikte tutmaya mecbur bırakıyor. Trafikte turist olduğumuz, başımızdaki bir örnek kasklardan ve hızımızdan belliydi. Romalılar belki de bu yüzden, acemi hallerimize fazlasıyla anlayışlı davrandı. Yolların çoğu arnavut kaldırımı dediğimiz küçük taşlarla kaplı. Vespa üzerinde hafifçe zıplayarak gitmek başta biraz yorsa da sonra kabullendiğiniz, hatta unuttuğunuz bir durum haline geliyor. Şehrin içinde özellikle Palazzo Venezia meydanı tam bir curcuna. Koca meydanda her yöne giden bir Vespa bulmak mümkün.. Aramızdan biri navigasyonunu açıp hedefi yazıyor, telefonunu da Vespa’nın önündeki kılıfa yerleştiriyor... Diğerleri onun ardında sıralanıyor. Ne sıcak, ne soğuk, limonta kıvamında bir eylül havası. Ben ve Yeşim etek giydiğimiz halde üşümüyoruz. Hatta böyle her iki anlamda da daha havalıyız. Motorlu seyahatin en güzel yanı kokular bence.. Siz olağanüstü bir tarihi yapıyı örneğin bakışlarınızla hatmetmeye dalmışken, kahve kokusu gelip yapışıyor burnunuza. Nasıl da güzel... Hemen bir işaret arkadaşlara, hooop çek sağa, gir içeri mis gibi bir filtre kahve ya da hızlıca bir espresso. Yola devam... Zaten yollarda en çok kahve ve dondurmacılardan yayılan nefis kokular geliyor burnunuza. Hedefe vardığımızda, park yeri konusu gündeme geliyor. Roma’da Vespalar gökten yağmış gibi. Elbette bir o kadar da bedava park yeri var. Kaskı çıkar, boneden yapışmış saçlarını gelişi güzel salla... İşte mis gibi Roma. Ne kadar ihtişamlı tarihi yapı varsa önünden akıyoruz. Arada arkayı kontrol etmekte fayda var, herkes tamam mı, yoksa ışıkta takılan olmuş mu? Herkes burda tamam, hadi işaret edip diğerlerine bir tatlı molası verelim..
CAFFE GRECO'DA TİRAMİSU

Hayatımda daha önce hiç tiramisu siparişi vermemiştim. Çünkü eğer tatlı yenilecekse, bence çikolatalı olmak zorunda. Profiteroller, browniler, sufleler varken tiramisu gibi titrek ve bence biraz da kişiliksiz bu tatlıya hiç yüz vermedim. Ta ki, Caffe Greco’ya gidene kadar.. Dediler ki efsane, peki dedim bir şans vereyim gelmişken. Gerçi Caffe Greco’nun atmosferinin etkisini de eklemeliyim. Dükkanın tarihi 1700’lere dayanıyor. Tablolar, masalar, hatta garsonlar bile bugüne ait değil sanki... Oturmak için sıra bekliyor ve 12 euro masa parası ödüyorsunuz. Bunu tercih etmezseniz ayakta ya da bar taburesi üzerinde kahvenizi içip, tatlınızı yiyip hızlıca ortamı terkediyorsunuz. Hızlıca dedim ama işte o terketme kısmı hiç de kolay değil. Kimse o tiramisudan bir kaşık aldıktan sonra o kafeden çıkamaz. Biz de çıkamadık zaten. Köpük köpük bir lezzet bardağı elinizde tuttuğunuz. Bir defa bardakta ve kaşıkla yiyiyorsunuz. Kremanın rengi koyu sarı... Yutmaya kıyamayacağınız kadar kezzetli... Şekerli olsa içinizi bayar. Az şekerli olsa yavan gelir. İşte öyle ortada, öyle kıvamında ki... Peyniri, kedi dilini, kahveyi ne yapıyor da bu hale getiriyorlar acaba? Ve ben nasıl oluyor da çikolatasız bir tatlıyı böyle sevebiliyorum? Herkes birbirine bakıyor... Hepimizin gözleri kocaman açılıyor. “Abi bu nasıl bişi ya”lar havada uçuşuyor. Tiramisu yememe kararına geri dönüyorum hemen oracıkta. Tabi tekrar Caffe Greco’ya gelinceye kadar...
DENİZ KİLİSLİOĞLU: BURAYI GÖRMEDEN DÖNMEYİN!

İlk kez Roma’ya gittiğimde bir İtalyan taksici beni oraya götürmüştü.. “Vaktiniz var mı, burayı görmediyseniz Roma’yı gördüm demeyin” diyerek.. Colosseum’dan yeni çıkmıştım. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuktu... Portakal ağaçlarının olduğu bahçeli vilların arasından geçerek, bir yolun ortasında durduk.. Taksici “burası” dedi. Etrafa baktığımda bir şey anlamadım. Arabadan indi, “gelin” dedi.. Büyük, heybetli bir yeşil demir kapının önünde durduk. Kapının üzerinde bir anahtar deliği vardı.. “Buradan bakacaksınız” dedi. Gözümü anahtar deliğine götürdüm. Gördüğüm manzara karşında ilk tepkim “inanılmaz” oldu. Derin bir perspektif, kırmızı toprak bir yol, o yol boyunca iki tarafta uzanan yemyeşil ağaçlar.. Ufukta ise, kusursuz perspektifi bozmayacak şekilde tam ortada minyatür gibi duran, tatlı pembe kubbesiyle St. Pietro Bazilakası... İnsan ilk yaşadığı şoku atlattıktan sonra kapıdan geri çekiliyor ama ayrılamıyor. Büyüleyici duygunun ilk sarsıntısını geçirdikten sonra, bir daha bakmak istiyor. Tekrar eğiliyorum, o manzarayı zihnime kazımak için bir daha bakıyorum. Tabii gelişen teknoloji dünyasında, bu kareyi çekip insan Instagram’da paylaşmak istiyor. Telefonuma davranıyorum, bir iki deneme, katiyen o kareyi gözün gördüğü gibi yakalayamıyorum. “Profesyonel makinayla gelmek lazım” diyorum, bunu derken bir daha deniyorum. Ya olursa... Olmuyor... “Ne kadar gelişirse gelişsin, teknoloji gözün mükemmelliğini hala yakalayamadı” diye söyleniyorum. O muazzam perspektifi zihnime kazıyıp, tekrar taksiye biniyorum. Taksiciye binlerce kez teşekkür etmekten kendimi alamıyorum. “İtalyanların bazıları bile burayı bilmez” diyor. Roma’ya gidildiğinde, herkesi artık buraya götürüyorum. Etkilenmeyen yok. Bahsettiğim yer Villa del Priorato di Malta. 1765 yılında tasarımını mimar Piranesi’nin yaptığı Malta Şövalyeleri büyük üstadının konutunun giriş kapısı. Burayı turistik gezi rehberlerinden pek okuyamazsınız. Siz siz olun, “burayı görmeden Roma’yı gördüm demeyin.”
ROMA'DA ŞANS DA LAZIM!

Roma’yı çok severseniz, Roma da sizi sever. Bazen sürprizler zaten yüreğinizi fethetmiş Roma’yı unutulmaz kılar. Bize öyle bir sürpriz sundu Roma. Şöyle anlatmaya başlayayım: Vatikan bölgesi, belli bir saatten sonra sessizliğe bürünen, gece hayatının olmadığı bir bölge. Akşam 9-10’dan sonra restoranlar kapalı. Öyle bir bölgede, açık bir restoran bulmak, hele ki o restoranda otururken, yeni evlenmiş, 2 saat önce Vatikan’da dini törenden çıkıp, “after party”sini sizin yemek yediğiniz restoranda yapan bir Vatikan muhafızı ve çiçeği burnunda gelin ile karşılaşmak herkese nasip olmaz. Nihayetinde milyonlarca turist Vatikan muhafızlarının fotoğraflarını çekebilmek için saatlerce sırada bekliyor. Sayıları konusunda muhtelif veriler var ama 100 civarında oldukları tahmin ediliyor.. O kadar azlar yani. 1500’lü yıllarda Papa 2’inci Julius’un İsviçre’den kendisini koruyacak bir birlik göndermesini talep etmesiyle başlayan 5 asırlık geleneğin parçaları onlar. Papa uğruna ölmeye yeminli, o az sayıdaki askerlerin çoğu evlenmiyor. Biz şanslıydık, Vatikan muhafızının evlendiği kız bir Meksikalı idi ve biz gelin ile damat gelmeden Meksikalı arkadaşlarıyla restoranda zaten kaynaşmıştık. Bir anda “after party”nin içinde bulduk kendimizi. Tabii telefonlarla çekilmiş videolardan, o geleneksel, herkese kapalı düğünden kareleri görme şansımız da oldu. Düğüne gitmiş kadar olduk. Roma seyahatini, olağanüstü keyifli, bir daha deneyimleyemeyeceğimiz bir gece ile noktaladık.

Biz Roma’ya iyi davrandık, o da bize... Siz de öyle yapın...