Adana Meydan Doğumevi'ndeki flaş gerçekler: Aslında organize bir suç örgütü

sendika.org yazarı Günnur Aksakal, bugünkü yazısında Esra Erol'un ATV'de kayıpları bulduğu programında, Adana Meydan Doğumevi hastanesindeki olaylara değindi.

İşte Günnur Aksakal'ın "Ülke gerçeği: Gündüz kuşağı polisiyeleri" başlıklı yazısı:

Eğitiminiz için gittiğiniz kentte bir adama âşık oluyorsunuz. Okul süresince bir birliktelik yaşıyorsunuz, mutlusunuz. Okul bitince, sevdiğiniz adam kendi memleketine dönüyor, siz de kendi memleketinize dönüyorsunuz. Ancak, ilişkiniz bitmiyor. Evlenmeye karar veriyorsunuz. Olaylar gelişiyor, aileler tanışıyor. Ve sonra, evlenmek üzere olduğunuz adamın aslında ikiz kardeşiniz olduğunu öğreniyorsunuz. Düğününüzü iptal ediyorsunuz.

Hayır, kötü bir Yeşilçam filmi senaryosu değil. Biz bu hikâyeyi, ATV’de yayınlanan Esra Erol’laprogramında, olayı yaşayan taraflardan birinden dinliyoruz. Üstelik olayın geçtiği kentte bu korkunç durum haber değeri taşımıyor. Yaklaşık üç aydır, ana akım medyada en çok izlenen televizyon programlarından birinde Türkiye’de yaşanan çürüme ortalığa saçılıyor. Skandalı ortalığa saçan, idealist bir gazeteci veya Sağlık Bakanlığı’nın bir denetimcisi değil üstelik; gündüz kuşağında biyolojik ailesini arayan bir adam ve ondan cesaret alıp konuşan diğer mağdurlar.

1978-95 yılları arasında, Adana’da, bir çocuğu evlat edinmek isteyen aileler, Adana Meydan Doğumevi’nde çalışan bir hemşire aracılığıyla yeni doğan bir bebeği kolaylıkla “satın alıyor”. Doğum yapan anneye ve ailesine bebeğin öldüğü söyleniyor. Öyle ki, eğer doğan ikiz bebeklerse bazen sadece biri yaşıyor. En iyi ihtimalle, erkek bebek beklerken, doğumdan sonra bir kız bebeğiniz olduğunu öğreniyorsunuz –veya tam tersi.

Aylardır, tahammül sınırlarını ve yurttaşlık haklarını ezip geçen onlarca “hikâye” ekranda anlatılıyor. Artık Adana Meydan Doğumevi’nde doğan 300 civarı bebeğin farklı farklı ailelere satıldığını biliyoruz. Durum, elbette “kötü bir hemşirenin” kolay yoldan para kazanma isteği değil yalnızca; yayına bağlanan isimsiz telefonlarla aslında organize bir suç örgütünün bu işten büyük paralar kazandığı ortaya çıkıyor. Böylesi büyük çapta bir suçun, işin içinde satın alınmış bürokratlar, kolluk güçleri, yargı mensupları olmadan işlenemeyeceğini tahmin ediyoruz. Tanıklar da bunu doğruluyor. Yıllarca, mağdur ailelerin çeşitli yöntemlerle susturulduğunu yine aynı programdan öğreniyoruz. Bilgi almak isteyen ailelerin karşılarına hep aynı engeller çıkıyor: bulunamayan arşiv kayıtları, ulaşılamayan doğumevi görevlileri vs. Yayına “artık susmayacağını” söyleyerek bağlanan aileler, bu korkunç “alışverişin” 2000’li yılların başına kadar sürdüğünü anlatıyor.

İzleyenler yaklaşık üç aydır her gün konuyla ilgili yeni ihbarlar öğrenirken, Adana Tabip Odası sadece üç hafta önce bir basın açıklaması yaptı. Aylardır bangır bangır televizyonlarda yayımlanan bu uluslararası skandala dair açıklama yapmak için neden bu kadar gecikildi? Bu bir sorun elbette. Ama daha kötüsü, bu gecikmiş açıklamanın, konuya dair soruları cevaplamak yerine “yayın yasağı”, “RTÜK’ü göreve davet” gibi çağrılarda bulunmasıydı. Nedeni malum; toplumsal ahlaka aykırı haberler, milli değerlere saygısızlık, hassasiyet ve bildiğimiz birtakım şeyler.

Geleneksel medya
Türkiye’de medyanın tarihî serüveniyle siyasi gelişmeler daima ilişkili oldu. Özellikle son 15 yılda, ülkede inşa edilen yeni rejimle paralel, medyanın yeniden inşasını gün gün izledik. Gerek TV kanallarının, gerekse gazetelerin nasıl iktidar tarafından tek elde toplandığını, hemen her medya kuruluşunun nasıl devletin resmî haber organı hâline geldiğini gördük.

Alkolün televizyondaki görünürlüğü, dizilere kıyafet ayarı derken, son olarak gündüz kuşağındaki meşhur evlendirme programları zamanın ruhundan payına düşeni aldı. Oysa son günlerinde ne güzel “en az 3 çocuk” ve “imam nikâhı” propagandası yapılıyordu. Bir eşiği daha atlayan iktidar, yaklaşık 1 yıldır süren kimi ahlaki tartışmaların ardından bu programların format değiştirmesine karar verdi. Sonra ne oldu? Ahlaki yozlaşmanın ve ikiyüzlülüğün kalesi olan evlilik programları gitti, yerine toplumsal çürümenin yansıması olan programlar geldi. Günün her saati televizyon kanallarında “gönüllü” polislere rastlar olduk.

Bataklık neresi, sinekler kim?
İnsanlığın en büyük ayıpları, en derin acıları şov programlarına reyting malzemesi oluyor. Günler katillerle, kayıplarla, tecavüzlerle yürüyor. Ve biz, hiçbirine şaşırmıyoruz. Peki, bu keşmekeşi izlerken ne düşünmeliyiz?

Durumun birkaç boyutu var. Herhâlde ilki, kamuoyuna mal olan bu ve benzeri skandalların sağlık emekçilerine yönelik bir nefrete ve paranoyaya dönüşmemesi. Zaten, neredeyse can güvenliği olmadan görev yapan sağlık emekçilerinin hayatını daha da zorlaştıracak tavır ve eğilimlerin önüne geçilmeli. Bu noktada, kamuoyu tepkisinin nerede soğurulduğuna dikkat etmek gerekiyor. Olayların sorumlusu olduğu iddia edilen “kişiler” değil; bu konuda devletin ne tür açıklamalar yaptığı, nasıl yaptırımlar uyguladığı önem taşıyor.

İkinci boyut, gündüz kuşağı programları arasında bu konunun popülerleşmesi. Esra Erol’un programında başlayan “bebek ticareti” konusu, bugünlerde programın başka kanallardaki muadillerinde de işleniyor. Şehirler, suçlular, mağdurlar farklı. Hikâyeler gerçek mi, kurgu mu bilemiyoruz. Ancak bol reyting getiren bir konunun “tek bir programa” yar edilmediği, pastadaki diğer taraflarca da pay edildiği açıkça görülüyor. Konunun bu kadar yaygın işlenmesi bu skandalı sıradanlaştırıyor, topluma durumu kanıksatıyor.

Diğer bir boyut, geçmişte yaşananlar üzerinden bugünkü iktidar politikalarını güzellemek. Yine programlardan birinde söz alan tanık, bebek ticareti yapan hemşirelerin 657’ye tabi memur olduklarını ve bu sayede ceza almadıklarını söylüyor; 657 numaralı kanunda değişiklik yapan iktidara teşekkür ediyor. Ne hikmetse, tüm duyularını bu insanlık suçuna kapatan Tabip Odalarına ve Sağlık Bakanlığına tek kelam etmiyor.

İzleyen yetişkinlerin dahi ruh sağlığını bozmaya yetecek bu programların çocukların ve ergenlik dönemindeki gençlerin her an gözünün önünde olması, yani konunun pedagojik boyutu ise bambaşka…

Boyutlar çoğaltılabilir, konu daha derinlikli incelenebilir. Ancak şu kadarıyla bile bu programların, o programlarda yer alan insanların; tüm nitelik(siz)likleriyle “yeni rejimin yeni insanı”nı topluma kabul ettirme mekanizmaları olduğu görülüyor. Her hanenin, her işyerinin içinde günün her saatinde işleyen bir mekanizmadan söz ediyoruz. Geleneksel medya, haber bültenlerinden dizilere, talk-showlardan gündüz kuşağı programlarına dek tüm birimleriyle çalışıyor.

Velhasıl, bu saçmalıklara gözümüzü kulağımızı kapatır, alternatif medya kanallarını kullanarak vaktimizi daha yararlı programları izlemeye ayırabiliriz. Yahut “senaryo bunlar, inanmamak lazım” der, kendimizi gerçeklikten soyutlayabiliriz. Biz bunları yaparız yapmasına da, bu yol bizi nereye götürür?