Ölümsüzlüğü satın alabilir misiniz?

Canlılar neden yaşlanır ve ölür? İnsanoğlunun hep irdelediği ama sonuçta birkaç teori dışında cevap bulmadığı kaçınılmaz sonun derin bilinmezliği… 

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Bazıları olayı, evrim baskısına bağlayıp insanların üremesini erken tamamlamasına dayandırmış yaşlılığı ve ölümü. Bazıları da farklı biyolojik süreçlerle izaha kalkmış. Kimisi düşük kalorili diyetle yaşlanmayı geciktirme arayışına girmiş… Kimisi de DNA onarım enzimlerinin yenilenmesini sağlayacak maddeler üstüne çalışmış. Bu süreçte ‘X Sendromu’ denilen bir hastalığın yaşlanmayı durduracak sırrın anahtarı olduğunu düşünen bilim insanları da çıkmış… Dört kız çocuğunun hiç büyümeyip aynı kalmasından cesaret bularak araştırmalarını sürdüren Richard Walker gibi.

Bilim insanları genetik mutasyonların izini sürüp yaşlanmaya çare arayadursun, insanoğlunun sonsuz yaşama arzusu, ölümsüzlük fikrini tarih boyu bir şekilde diri tutmuş. Mumyalama tekniklerinden, ‘panacea’ isimli şifa iksirine tüm çabalar ölümsüzleşmek adına… ‘Kış uykusu’ adı verilen ve ölümün hemen ardından bedeni, ileride uyandırılmak üzere dondurma girişimi ise hâlihazırda, aralarında Türk vatandaşlarının da bulunduğu 1000’den fazla kişinin ilgisini çeken ölümsüzlük arayışının Cryonics ile açığa çıkan yüzü.

Ölen bedenin, -196 derecedeki sıvı nitrojen dolu metal tüplerde sürekli kontrol altında tutularak yeniden çözüleceği günü beklemesi, ölümsüzlüğe nihai çözüm bulunana kadar güzel bir formül aslında. Tabii bunu gerçekleştirmek herkesin harcı değil. Öncelikle bunun için büyük paralar ödemek lazım. Ayrıca bu paranın boşa gitme ihtimali de mevcut. Zira köpeğin hasarsız uyandırılmasına karşın insanları yeniden canlandırma, hayvanlara oranla çokça dezavantajlı. Geleceğe tanıklık etme ihtimalinin peşin peşin ödenen maliyeti ne derseniz, bildiğim kadarıyla tüm beden için 200 bin dolarcıkmış… Sadece kafasını ölümsüzleştirmeye heveslenenler de 80 bin doları gözden çıkartıyor. Üstelik günümüzde bu yöntemi seçenler için en büyük risk, ölümün ardından ‘kontrat’ dışında yaptırım gücünün bulunmayışı. Yani dondurulduktan sonra sizi uyandıran bulunmayabilir. Ölü olduğunuzdan ne yapabilirsiniz ki! Ancak bundan da önemli bir sorun var ki, o da ölen insanın ruhunun ne olacağı konusunda çıkıyor ortaya… Ve tam da bu noktada, ölümsüzlüğe farklı bir pencere açıp kişinin ruhunu yani tüm kimliğini bedenden bedene taşıyan ‘Self/Less’ senaryosu giriyor devreye.

SONSUZ YAŞAMIN BEDELİ ÖLÜM OLURSA…

1750’lerde ortalama 25 yıl yaşayan insanlar, günümüzde 100 yaşını görmeyi hedeflemiş haldeyken ve dahi 2100’de yaşlanmanın durdurulacağına inanılıyorken bu yolda en büyük engel, hastalıklar. Mesela bedeni örümcek ağı gibi saran kanser illeti ortaya çıkarsa dünyanın sayılı zenginlerinden, en güçlü yöneticilerinden de olsanız nafile… Sizi yapacağınız işlerden, başarılardan alıkoyacak olan ölüm kaçınılmaz. Peki, gerçekten bu böyle olmak zorunda mı?

Şayet bilimkurgu senaryosu dâhilindeyse, bedelini ödeyen için vardır bir çaresi. Nitekim orijinal ismiyle gösterilmesi yerinde bir fikir olan ‘Self/Less’ filminin bencillikle özveriyi buluşturan içeriği, değer yargılarını sorgulatan bir akışla sunuyor ölümsüzlüğe giden yolu.

Gerçek hayatta bilim dünyası, insanın kendi kök hücrelerinden klonunu üretip ona, aslının beynindeki içerikleri de yükleyerek kişiyi tek bir vücuda bağlı olmadan yaşayabilecek hale getirme peşinde koştururken, ‘Incorporated’ adındaki televizyon projesi üzerinde çalışan Alex ve David Pastor kardeşler de ‘Self/Less’ kurgusuyla ‘deri değiştirme’ fikrinin olabilirliğini tartışmaya açarak, daha kolaycı bir seçenekle bilim insanlarına rehberlik ediyorlar adeta.

Kıyamet Günü’yle ilgili bir aksiyon-gerilim olan ‘The Panopticon’ filmine hazırlanan Tarsem Singh yönetimindeki yapımın başlıca özelliği, insanların ölümsüzlük arzusu üstünden hareketle, kefaret ve yakalanan ikinci şanslar arasındaki denge arayışını ele alması! Başkasının hayatını çalıp onun düzenini yok etmek pahasına ölümsüz olmanın etikliğini aksiyoner bir dille işleyen senaryo aynı zamanda ‘yaşamayı hak etme’ noktasında da çeşitli açılardan fikir jimnastiği yaptıran bir dokuya sahip.

New York’u inşa eden adamın fazla zamanının kalmamasını aktaran sahnelerle başlayan ve çok konuşulacak türden bir film olan‘Self/Less’, devlet yönetimindekilerle iş adamlarının ‘ihale’ bağlantısının her ülkede geçerli olduğunu hatırlatan bir giriş sunuyor bize… İş dünyasında tarafını doğru belirlemezsen yükseliş hızıyla düşüş yaşayabileceğini yansıtıp kent dokusunu bozan gökdelenlerin, bunları inşa edenler için bile ileride pişmanlık yaratacağını vurgulayan konuşmaların ardından ‘Keşke daha fazla vaktim olsa’ sürecini sokuyor devreye.

Teknolojik gelişimlerin, illegal yoldan da olsa, karşılığı maddi olarak ödendiği takdirde bizi ölümden kurtarabileceğini ele alırken bir yandan da bunun manevi yönünün ne olacağını irdeleyen yapım, uzun yaşama hırsını genlerinde taşıyan insanların zihnini yeni bedenlerde ölümsüzleştirme varsayımına odaklanmış. Einstein, Steve Jobs gibi insanlığa yararlı kişilerin daha fazla zamana sahip olmaları durumunda faydalarının artabileceğine dikkat çekerek mantığını pekiştirmeye çalışan film, hem hayatta daha çok eğlenebilme fırsatını yakalamanın önünü açan böyle bir gelişimi uzak ihtimal olmaktan çıkartıyor… Hem de seyircisini, zıt kutuplardaki karakterler üstünden ahlaki seçimlere itiyor.

Para babası olurken bencilleşip kızını ve ailesini öteleyen Damian ile kavramları çatıştırırken izlenen yolun doğallığı ‘Self/Less’ filminin en büyük kozu. Öyle ki, ‘transhümanizm’ gibi adımlar atıldığı gerçeğinin ışığında, bilinç naklinin yapılabileceği ihtimalini düşündürüp gerçekçiliğini artıran filmi izlerken, ‘Keşke param olsa da bunu yapabilsem’ demek işten bile değil. Tabii Ben Kingsley ve Ryan Reynolds’ın oyunculuğu da filme güç katanlardan.

İsmi gibi çift yönlü bir bakış açısı getirerek ölümsüzlüğün bedelini ele alan ve New Orleans’ın zenci mahallelerindeki müzikal coşkuyla basketbol merakını, atmosferini renklendirmekte kullanan ‘Self/Less’ ile kendini düşündüren bir başka gerçek, zihin aktarımının arka planı!

Reenkarnasyon veya ruh göçüne yani ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inancı da destekler yönde yapılanan filmdeki ‘deri değişimi/shedding’ işlemi, senaryodan ibaret bir hayal mi yoksa gizli yerlerde çalışmaları yürütülen ve kim bilir belki de başarıya ulaşmış olan projelerin adaptasyon safhası mı? Resmediliş açısından Stephan Hawking’e benzettiğim bilim insanının düşündürücülüğündeki yapımda, Alzheimer hastalığına maruz kalan veya normal yaşam süren vasat insanların deri değişimine layık görülmemesi gibi detaylar, Albright gibi bilimi ve teknolojiyi elinde tutanların ‘Tanrı’ sıfatına yükselme tehlikesini… Dolayısıyla yönetici sınıf ile müşteri-beden tedarikçisi ayrımının olasılığını da hissettirmekte. Bununla gelişecek tepkisel boyutun gerilimi de cabası.

Anlayacağınız ‘Self/Less’ ile film tadında izlenen bir konunun uygulama yönünden tehlike sinyalleri büyük. Eskiden hayal olan pek çok kurgu öğesi gibi bu aktarım da, bir gün hakikaten uygulanabilir olduğunda dünyadaki durum ne olur? Bilim, tüm değerlerden soyutlanarak alabildiğine serbest bırakılabilir mi? Gerçek şu ki, beden tedariki bir başkasının canına mal olduğundan hem etik, hem ahlaki, hem de yasal açıdan tam anlamıyla illegal bir iş. Hani organ mafyası misali. İnsanları sömürmeye alışkın zenginler ve ünlüler için sorun teşkil etmeyecek bu durumun alt metnindeki düşündürücülükse, yeni bedendeki eski hafızanın varlığı! Yani zihnin aktarıldığı bedendeki beyin anılarla dolu ve bu yaşanmışlıklar yeni gelen hafızayı silmek için köşede bekler halde. Bu ise ‘ruh’ kavramını iyice sorgulatan bir detay.

Kısacası, mantığın işlemediği ve konuların kestirmeden verildiği sahneleriyle zayıf yönleri de bulunan ‘Self/Less’, zekâ aktarımının doğrudan bir başka insana yapılmasının sadece illegalliğini hissetmekle kalmıyor, bunun pratikte kolay olmadığını da işaret ediyor.

Sonuçta; ‘Limitless’, ‘Lucy’ gibi yapımlarla insan zekâsının sınırlarını kırmaya çalışan kurgu dünyamız, ‘Transcendence’ filmindeki gibi ölmek üzere olan bedenlerin bilincini yaşatmak için zekâyı bilgisayara aktarma senaryoları üretmekte aşama kaydedip ‘Self/Less’ duyarlılığına yönelmiş. Burada da aile için yapılan fedakârlığı yaşam hırsı bencilliğiyle harmanlayıp ölümsüzlükle ölümü buluşturmuş… Ve ‘Ölümsüzlüğü satın alabilir misiniz’ diye sorgularken, gerçek anlamda ölümsüzlüğün bedelinin ‘ölüm’ olduğu hakikatini saptamış.

Sonsuz yaşam isteğiyle, kaçınılmaz ölümü ötelemenin bedel dengesinde son söz; ‘Ölümden kaçmak için attığımız her adım, bizi meğer ölüme götürürmüş anladım’ diyen Demokritos’tan gelsin.

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal