Diriliş dedik baş tacı ettik ama...

Bir işe iyi başlamak ne kadar önemliyse, devamını da aynı özenle getirip sonuna dek kaliteyi sürdürmek çok daha önemlidir. Ama bazı hallerde işin süresi uzadıkça bu zaruret de dikkate alınmaz oluyor...

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Yıllardır sürekli dile getirilmesine karşılık çözüme ulaştırılmayan ‘süre’ sorununun baskısındaki dizilerimizde bu durum daha iyi gösteriyor yüzünü. Farklı yapımlarda olduğu gibi, büyük prodüksiyonlarla atağa kalkan TRT 1’in ‘Diriliş Ertuğrul’ dizisi de yavaş yavaş bu olumsuzluğu yansıtmaya başladı ne yazık ki...

Nitekim henüz yayınlanmadan ‘‘Tarih, TRT 1’de dirilişe geçecek mi’’ başlığı altında sorguladığım, ilk bölümün ardında da ‘‘Diriliş Ertuğrul, tam bir tarihi dizi sınavı’’ diyerek dikkatimi çeken yönleriyle irdelediğim diziyi bir kez daha konu etme sebebim de bu!

O ESKİ İDDİANDAN ESER YOK ŞİMDİ

Yayınlandığı günden bu yana reyting sıralamasında başı çeken ‘Diriliş Ertuğrul’un bana göre en önemli özelliği, Hollywood işlerini anımsatan teknik gelişmişlik ve tarihe, ‘tarih’ değeriyle yaklaşacak izlenimi veren içerik iddiasıydı. Ne yalan söyleyeyim ilk birkaç bölümde bu özellikleri tastamam sergiledi doğrusu. Ancak devamında o başlangıç halinden eser kalmadı. Tamam, yine birinci, yine izleyeni bir dolu… Ama sırf ‘lider’ diye kusurlarını, başlangıç kalitesinden sapmalarını da görmezden gelecek değiliz.

Kusur derken, işaret etmek istediğim şeylerin; kimilerinin yaptığı gibi giyimlere, yemeklerin hangi elle yendiğine veya ayakta su içilmesine yönelik… Ya da Eyyubilerin de Müslüman olduğunu bilmeden ahkâm kesenler gibi, Eyyubi komutan Nasır’ın infazının ardından günahlarının affı için dua okunmasına kanca atma tarzında olmadığını… Velhasıl öyle körü körüne, ılık cılık detaycılıkları kapsamadığını hemen belirteyim. Zira onların hepsi de tarihi kayıtların net olmadığı, bilinmezlik döneminden aktarılan rivayetlerle günümüze uzanmış konular üstüne veya art niyetli eleştirilere malzeme şeyler.

Bunun ötesinde Kayı Obası’nın şifacısı Akçakoca’yı canlandıran Hamit Demir’in diziden gönderilmesine de kafayı takmıyorum. Çünkü Sanat Meclisi’nin çektiği ‘Berkin Elvan’ videosunda yer aldığı için yollandığını açıklayan oyuncunun durumu çok daha derin bir konu. Ayrıca bir yapımda kimin yer alacağının takdiri yapımcıya kalmış sonuçta. Evet, insanların fikir özgürlüğü var ve hayata bakışları, iş durumuyla bağdaştırılamaz ama kazın ayağı tam anlamıyla böyle olmuyor pratikte… Nasıl ki, başka konularda olmuyorsa!

Mesela; İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 13. maddesi insanların ‘Seyahat Özgürlüğü’nün kısıtlanamayacağını söyler. Oysa buna karşılık ülkeler de kendi topraklarını güvenceye almak adına kimin girip kimin giremeyeceğini kısıtlayan ‘Vize’ olayını getirmişlerdir. Evrensel Bildirge’nin savunduğu seyahat özgürlüğü gitti mi güme? Gitti. İşte bu nedenle, daha önce de ‘Leyla ile Mecnun’u Gezi olayına desteğinden dolayı noktaladığı iddia edilen TRT’nin ‘Diriliş Ertuğrul’ dizisini, Hamit Demir’den ötürü eleştiriye konu etmek de nafile. Peki, o zaman dizinin bize ‘O eski iddiandan eser yok şimdi’ dedirten olumsuzlukları neler?

En başta geleni, temponun ağırlığı! Üstelik de gidişat, kimilerine ağır gelen Shakespeare veya Çehov’un eserlerine bile rahmet okutan türden. Kabul. Süreyi doldurmak için başvurulan bu yöntem, birkaç bölümdür hızlanan ‘O Hayat Benim’ başta olmak üzere başka dizilerde de var. Dolayısıyla bu kusur, sıkça karşılaşılan bir nahoşluk. Ama yapımın niteliği tarih olunca, bir de Harem hayatıyla kısıtlı kalmayıp savaşçılığın en yoğun yaşandığı dönemleri işlemek için yola çıkılınca daha bir itici ve dikkat çekici hal alıyor.

Sonra henüz ortada kayda değer bir tarihi anlatım olmama eksikliği göze çarpıyor dizide. ‘Diriliş Ertuğrul’da 20 bölüm geride kaldı. Lakin konunun ilerlemesi yerinde sayıyor. Derdimiz nedir belli değil. Hangi tarihi gelişme anlatmaya soyunulmuş, hisseden var mı? ‘Hayat Bilgisi’ dizisinde Perran Kutman’ın ağzından düşmeyen ‘Hoca camide evladım, hoca camide’ repliğini anımsatırcasına yapılan dini söylevlerin yoğunluğu ve ağırlığı, karanlık atmosferle birleşince ne Osmanlı’nın kuruluş taşlarının döşendiği dönemin savaşçılığını yakalamak mümkün oluyor… Ne de diziyi, gözkapakları ağırlaşmadan izlemenin imkânı kalıyor.

Ayrıca dizinin dönemsel zenginliği ve canlandırma tekniği de gittikçe düşmeye, yapılanlar amatörleşmeye başladı. İlk etapta şöyle ‘Vikingler’ veya ‘Game of Thrones’ tadını verebilecek kapasitede olduğunu düşünmüştüm. Fakat bölümler ilerledikçe yanıldığımı anladım. Maneviyata yönelik vaazlarla işi yürütme kolaycılığına kaçan ve böyle devam ederse ‘Tarihi dizi’ sınavında çakacak olan ‘Diriliş Ertuğrul’da hissedilen eksiklikler gittikçe artıyordu zira.

Oğuzların Kayı Boyu dediğin 3-5 çadır, 5-10 atlıdan mı ibaretti? Hani Kaya Alp’in oğlu olan Süleyman Şah, 50 bin kişiyle Kafkaslardan göç etmişti Anadolu’ya? Bunu vermek tabii ki mümkün değil ama gerçekçi durması adına biraz daha kalabalık setler neden oluşturulmazdı? Elin adamı bunu pekâlâ da yapıyor. Düşük bütçeli yapımların sığınağı olan dar açılardan planlara bakmak da büyük iddialarla yola çıkan bir yapıma yakışmıyordu doğrusu. Konu kurtarıcısı haline gelen Tapınakçılar derseniz, ayrı bir soru işareti… Işınlanma gücüne mi sahiptirler de her yere anında yetişiveriyorlar? Sanırsınız o dönemde bölge tümden onlardan soruluyor. Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun fonksiyonu neden cücük kadar bırakılmıştır? Dövüş sahneleri neden birdenbire bu denli komikleşmiştir? Düşman askerleri niye salak gibi öldürülmek için sırasını bekleyen kurbanlıklara dönüştürülmüştür? Sorular, sorular…

İlaveten dizide çocukça işlenen sahneler de dolu… Ertuğrul’un nasıl bir iz sürme yeteneği var ki, yerdeki izlere bakıp oradan geçen atların Şehzade Yiğit’i kaçıranlara ait olduğunu anlıyor? Sürekli kötü gösterildiği için eleştirilen Selcan, aniden intikamcılığının özündeki babasının hayaliyle hesaplaşıp ‘pişmanlıkla imana gelmiş kadın’a dönüşüyor ve ödülü de Gündoğdu’nun ayaklanması oluyor. Ama nafile çaba, bu sahneler hiç inandırıcı durmuyor. Hele Kurdoğlu’nun Süleyman Şah’la efradını yakaladığı planda Gündoğdu’nun verdiği mücadeleye ne demeli?

Neticede; işin çapı küçültülüp özene boş verildikçe Cüneyt Arkın’lı tarihi yapımları bile aratır hale geldi ‘Diriliş Ertuğrul’… Ki, Yeşilçam olanaklarının kısıtlılığı ve o dönemin şartları da belli!

TARİHİ BIRAK, DUYGULARA OYNAMAYA BAK

‘Muhteşem Yüzyıl’ niye bolca eleştiri almıştı? Tarihi detayları yansıtmayı boş verip kurgusunu reytingci mantıkla yarattığı için, değil mi? Onun avantajı Hürrem’in çatışmacılığıydı ya… Peki, tarihin ruhunu, dizilerde yaşamak isteyenlerin büyük umutla karşıladığı ‘Diriliş Ertuğrul’ nasıl bir tablo çıkarttı karşımıza? Bir obada alenen yapıldığı halde bir türlü fark edilemeyen basit entrikalar silsilesi, başlangıcın aksine küçümsenmeye başlayan düşman kesiminin takıntılı komedisi ve iyisinden kötüsüne, kadın çekişmesinin hâkimiyetindeki aşk halleri! Tarihe bakışı çok mu farklı ‘Muhteşem Yüzyıl’dan? Hiç değil.

Anladık nihayetinde belgeseller gibi tarihle tam uyumlu olmak zorunda değil dizi kurguları. Zaten Süleyman Şah’ın kimliği başta olmak üzere o dönemin gelişmeleri hakkında da kesin bilgiler yok elde. Farklı kaynaklar değişik biçimlerde yorumluyorlar o süreci. Dolayısıyla birebir ve doğru detaylara dayalı bir tarih veremez ‘Diriliş Ertuğrul’ dizisi de.

Ama Titus’u Süpermen misali hızla oradan oraya koşturtan ve kapsama alanını, ‘oba dümeni-Halep hevesi-Tapınakçıların katakullileri’ üçgenindeki amatör temaşayla sınırlayan senaryonun tarihten bu kadar kopması da hoş olmuyor. Hele sürekli Kayı Boyu’ndan birilerinin Tapınakçıların eline düşmesi ve konunun dön baba dönelim halini alması, tarih adına oldukça vahim bir durum yaratıyor. Yani farklı kişilerce değişik biçimlerde aktarılsa dahi nihayetinde onca badire atlatılıp Osmanlı Devleti’ne erişilmiş tarihte. Peki, öyleyse Kayıları böylesine pasifize etmenin, dar alanda paslaştırmanın anlamı ne? Bu kadar mı safmış, Osmanlı’nın ecdadı ki olası tuzakları düşünüp, yanı başındaki kötülükleri fark edemiyor; dahası entrikalar ve çıkarcı ihanetlerle birbirini yiyor? Öyle olduğu düşünülüyorsa, eyvallah.

Sonuçta; Anadolu’daki asıl tehlike olan ve Anadolu Selçuklu’suyla pek çok savaş yapan Moğolları es geçip devamlı Haçlı tehlikesini öne çıkartarak kendince aksiyon yaratmaya çalışan ‘Diriliş Ertuğrul’un dini-tasavvufi söylem ritüellerini ve donuk bir oyunculukla aktarılan kadın çekişmeli aşk hallerini geçersek, tarihi yansıtmak adına ne kalıyor geriye? Buyurun…

Yabancı konuk karşılamasında da çalınan duygu kabartıcı müziği… Oba yaşamını yansıtan kültürel motif çeşnisi… Ak Tolgalı atın güzelliği… Aşk özentisi… Kurdoğlu’na ‘Ben de Davutoğlu’ diyen ve diziye övgüler dizen Başbakan’ın, Deli Demir’in çadırında ‘‘Hay’dır Allah, Hak’tır Allah’’ şeklinde zikrederek demir dövmesi… Ve yabancılara satış planlarının övünmesi!

Tarihi bırakıp sadece duygulara oynamaya yönelince durum bundan ibaret kalıyor işte. Maneviyatı zenginleştirmeye karşı değiliz neticede. Ama bunu yaparken dengeleri de unutmamak, insanları boğucu bir yoğunluğa mecbur kılmamak gerekir. Nasıl ki, ‘Filinta’ bu ölçüyü başarıyla yakalamanın örneği olarak karşımızda! Hızlı gelişen akıcı bir senaryo yapısında, aksiyonla maneviyatı gayet güzel biçimde buluşturuyor her bölümünde. ‘Diriliş Ertuğrul’ da onu örnek alabilir. Almazsa da kendi bilir. Biz, ‘Allah rızası için biraz daha akıcılık ve gerçekçi-özenli tarihi içerik’ diyerek yapalım da hatırlatmamızı… ‘Diriliş’ dedik baş tacı ettik ama… Gün ola, tarih ola!

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal