Yüz Yüze dizisi hüsran mı?

Yüz Yüze hüsran mı?

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Kişisel gelişimin püf noktası, kendi zayıflıklarımızla-hatalarımızla yüz yüze gelebilmektir. Bu yapılamayınca ne gücümüzü fark edebiliriz, ne de kendimizi başarıya yönlendirebiliriz. Dahası pek çok olumsuz ilişki gelişiminin arkasında da yüz yüze gelemeyişler yatar. Tabii bir de, densizliklerle yüz yüze bakamayacak hale getirmek var işi. Velhasıl dobra dobra, yüz yüze olabilmek önemli. Zira söylenecek çok şey varken bunları ötelemek, yanlış üstüne yanlış yapılması ve eldekinin harcanması sonucunu doğurur ki bunu, ikili ilişkilerden toplumsal yansımalara çeşitli şekilde örneklemek mümkün.

Nitekim bu durum ekrana çıkan işler için de geçerli. ‘Şişşş…Şişt… Şişşş…’ diyerek dikkat çekmeye özenen, bir yandan da bu yolla suskunluk telkinini akla düşüren ‘Yüz Yüze’ de bunlardan biri. Peki, ilk bölümüyle aldığı sonuçları, devamında daha da aşağıya çekerek reyting açısından kanalını memnun edemeyip ‘erken final’ dedikodularına yol açan ve yayın arası vererek gidiciliğini güçlendiren ‘Yüz Yüze’ gerçekten bir hüsran mı? Yoksa zorlu rekabet ortamında hakkı yenenlerden mi? Bana göre bu sonucun sebebi bir parça hak yenmesi, bir parça bile isteye yaratılan hüsran! Zira söyleyecek çok şeyi varken, kendi içsel gerçekleriyle yüz yüze gelmemiş senaryonun baştan yaptığı hatalarla harcanmaya müsait hale getirildi. Gelin birlikte irdeleyelim en objektifinden bu harmanı…

‘YÜZ YÜZE’ OLAMAYIŞLAR…

Düşman olduklarını bilemeden aşka sürüklenmesi planlanan Cihangir ile Seliha’nın öyküsünü hırsız-polis aksiyonuyla ve intikamcılık ana fikriyle işleyerek yola çıkan ‘Yüz Yüze’, büyük beklentisinin aksine ilk bölümden reytingin sillesini yiyen dizilerden oldu malumunuz… Dahası, özellikle Sinem Kobal ismi üstünden de bir yığın olumsuz eleştiriyle karşılandı. Bana göre aldığı fazlasıyla düşük sonuçları hak etmedi. Zaten reytingin, ekranda kalma kriteri olsa dahi, kaliteyi ölçmediğini hep söylemişimdir. Dolayısıyla ‘Yüz Yüze’ye de bu açıdan yaklaşmayacağım kesinlikle. Fakat dizinin içeriğinin sorunlu olduğunu da görmezden gelmeyeceğim. Olayın bu yönünü sözün devamına bırakıp Sinem Kobal hususuna geçersek…

Bana göre bu da maksadını aşan bir eleştiri. Zira kimi sahnelerde oyunculuk kusurları olsa dahi, iddiasız kadınların iddialı erkek meraklısı olduğu taşını atarak baştan tavrını ortaya koyan Seliha karakterinde öyle yerden yere vurulmayı hak etmiyor. Hem aynı durumda olan, hatta daha beteri tabloyla izleyici karşısına çıkan pek çok isim mevcut. Üstelik onların karakterleri Seliha’dan çok daha sahte olmasına karşılık dizilerin içeriği, mağdur kadın dramına yöneldiğinden bir güzel kabul görmekte. Yani anlayacağınız içinde acı olan her hikâyenin uzun süreceği mesajıyla ekrana taşınan, lakin sıralamadaki hüsranla bunun aksine bir durum ortaya çıkartan ‘Yüz Yüze’nin yumuşak karnı, onu umulan ilgiden yoksun bırakan detay Sinem Kobal oyunculuğu değil kesinlikle! O zaman niye hayal kırıklığı yaşadı? Bunun gerekçesini saptamak için dizinin yapısından başlayalım söze…

Saçları yandan tıraşlı erkeksi kız Yeşim’den yeni bir Meltem yaratmaya çalışan; Aleko’yu da, sol söylemleriyle hafızalarda yer eden Zülfikar niyetine kabule hazır hale getiren ve böylece yeni bir ‘Poyraz Karayel’ fırtınası yakalamayı uman Ethem Özışık imzalı dizinin karakterleri, kendi başına ele alındığında ilgi uyandırmayı sağlayacak türden. İşin doğrusu, yasa dışılığı masumlaştıran çete olarak da iyi sayılırlar. Yani karakter kombinasyonu şeklen tamam.

Psikopatlığın dibine vuran Yedikule maymunu Tatar… Hırsızlığı hak sayarken mahallenin Emel’ine pavyonda çalıştığı için posta koyup ahlakçılığa kalkışan ekmekçi Yunus… Erketeye yatıp Yeşim’i başka kimlikle ayartmaya çalışan Aleko… Geçmişi aklamaya uğraşırken iki kişinin haklanmasına sebep olan Cino… Kulakları her şeyi duyan mal değneği Birol… Mahallenin eskisi, çetenin başı Sadık Abi… Suç cenahında durum böyle. Kızların memelerine takık zihinsel engelli Çağdaş ile pavyon kadını Emel de, aile-mahalle cephesinde. Öte yanda geçmişte tacize uğradığı kesin olan cevval polisimiz Seliha ile sevdiği adamı kaybetmenin acısını ‘Yalnız bizim bugün nişanımız vardı’ mantığı üstünden yaşama kafasındaki polis memuru Zeynep’in intikamcılığı var… Orta yerdeyse Seliha’ya gizliden âşık olan amiri Ender ile teşkilatın Seliha olmadan yapamayacağını söyleyen müdürün göstermelik mesleki varlığı… Ve teröristlerin oyununa gelerek vatan haini muamelesine maruz kalan bir babanın onurunu aklama mirası!

Anlayacağınız böylesi bir dizide olması gerekenler ‘Yüz Yüze’nin varlığında tekmil mevcut. Ancak bu tabloda eksik olan bir şey var. Bağlanmayı etkileyen bir tür duygu eksikliği! Hani ‘Maalesef ruhu yok’ derler ya işte öyle bir şey. Bu eksikliğin kaynağında da, eğreti duran tesadüflerin ve tutarsızlıkların yattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Diyeceğim o ki; karakterleriyle kendine has bir rüzgâr estirmeye müsait olan… Dev beton çirkinliğinin gölgelediği Yedikule surlarının eşsiz manzarasını ve mahalle atmosferini verirken ‘‘Neyse ki İstanbul’da halen eskinin dokusunu koruyan yerler mevcut’’ diye şükrettiren ‘Yüz Yüze’nin olamayışları, senaryo mantığını hiçe sayarak yansıtma noktasından başlamış oluyor.

YÜZ YÜZE’Yİ ÇELMELEYEN MANTIKSIZLIKLAR

Sinema filmi uzunluğunda dizi yaratma kıskacındaki yapımlarımızın karşı karşıya kaldığı handikaplardan en önemlisi hiç kuşkusuz mantık hatalarına düşmek! Kolay değil bu tempoda her bölümüyle dört dörtlük bir iş yaratmak. Dolayısıyla ekran işlerinde öyle veya böyle yersizliklerle karşılaşmayı artık kanıksadık. Lakin bu olumsuzluğun da bir ölçüsü bulunmalı ve en önemlisi öykünün temelini dinamitleyecek türden olmamalı. Oysa ‘Yüz Yüze’yi çelmeleyen baş problem, senaryonun akışındaki mantıksızlıklar… Daha doğrusu ‘Yüz Yüze’nin istediği sonucu yakalayamamasının asıl nedeni, baştan sona mantıksızlıkla gelişmesi! Keşke senaryo okunurken bunlarla yüz yüze gelinseymiş! Hiç mi uyaran olmamış? Birkaç örnekle işaret edelim de revizyon yolunda yüz yüze gelinsin bari…

Şöyle ki; Öğle paydosundaki banka güvenlikçisinin ‘kız isteme’ mazeretine tav olup müşteriyi içeri alma hayalciliğinden, Amerikan filmlerine mahsus minibüsle dalma soygunculuğuna geçip açılışını yapan ‘Yüz Yüze’nin akışında bir yığın inandırıcılıktan uzak ayrıntı mevcut. Mezarlıktaki baba ve çiçek muhabbetiyle duaların balonunu harmanlayıp başlayan dizide Cino ile Seliha’nın karşılaşmasından örneklemeye başlarsak gerek olaylarda, gerekse söylemde akla ters düşenler daha iyi algılanacaktır. Mezarlıktan sonra Cino ile Seliha’nın gece vakti aynı mekânda denkleşmesi bir yana kadının birinin abuk sabuk muhabbetle olaya dâhil olmasının izleyici çekmeye ne gibi bir katkısı olduğunu sorgulayabiliriz mesela. Seliha’nın tarihi eser kaçakçısıyla olan özenli-özentili-kelepçeli aksiyonu da havada kalan bir yama gibi durdu ve polisin yanlış odaya girmesi gibi ayrıntılarla iticilikler silsilesine eklendi.

Çok yönlü içeriğine rağmen kendi kendisini çelmelemeyi başaran dizinin eteğine ruhsuz, yapay bir havanın yapışmasına yol açan süreçte bunun ötesi de mevcut. Özellikle araba yarışı sahnesi tam bir eğretilikti. Zira araçları vale kılığında kaldıran ve ne hikmetse mekânlardaki kameralara hiç takılmayıp bir türlü yakayı ele vermeyen ekibin faaliyeti inandırıcı durmamıştı. Vale yeleği takanın araba hırsızı olduğu ekranlarımıza bu aksiyonla ‘Hızlı ve Öfkeli’ havası basan ve ‘Üçüncü köprü trafiğe kapalı mı da ona giden yolda in cin top oynuyor, beş araç rahatça yarışabiliyor’ diye düşündüren dizide, üçüncü köprü güzergâhıyla Yedikule sur dibinin ne ilgisi olduğunu sorgularken, pat diye Cino’nun hain damgası yiyen babasının masumiyetini ispatlayan uyuşturucu kaçakçısı adamın yumruğu indi senaryoya. ‘Yumruk’ diyorum zira bu adamın alelacele karşımıza çıkartılması, dizinin gidişatını köstekleyen baş detaydı.

2002 yılındaki vukuatlarını hiç çekinmeden öten adamın tesadüfünü sindirmeye çalışırken bir yandan devamının mantıklı getirilmesini umuyorduk, bir yandan da ‘Bu polis kendi kafasına göre mi çalışıyormuş ki teşkilatta köstebekliğine dair hiç kayıt bulunamayıp hemen hain ilan edilmiş’ sorgulaması geçiyordu aklımızdan. Senaryonun bu aşamasında cevap bulamadığımız için de gördüğümüz her şey havada kalıyordu haliyle. Yani Cino’nun intikamcılığı ve delil toplama için dalınan bankada pis yoluna giden Ali’den dolayı başlayan Seliha’nın takipçiliği için yaratılan gerekçe inandırıcı gelecek türden değildi kesinlikle! Keşke bu evrede daha sakin bir yol haritası izlenseymiş o vakit taşlar da yerli yerine oturtulurmuş.

Tek dürümlük parası olan ve Zeynep’in beğendiği yüzüğü alamayıp Seliha’nın dalgasına maruz kalan Ali’nin üç kurşunluk banka kahramanlığıyla öte tarafa gitmesine yol açan soygun derseniz… O da aynı oranda mantıksız verildi izleyiciye. Parayı internetten transfer etmek veya ATM kullanmak yerine şubeyi tercih eden teknolojiden bihaber Seliha sayesinde Güneş Bank’ın müşteri sever hizmet anlayışından medet umarak bankaya koşturan Ali’nin kapalı bankaya alınması ve eli silahlı adamlara yersiz kafa tutuşu kaç izleyiciye inandırıcı geldi, bilemiyorum. Ama ben fazlasıyla gerçek dışı buldum bunları. Bu nedenle buradan gelişen intikam hırsı da saramadı beni yeterince.

Aynı şekilde basit araba hırsızlığından banka soygunculuğuna geçen ekibin söylemi de eylemiyle tamamen ters geliştiğinden tüm o sahneleri sindiremedim içime. ‘Düştü öldü’ denilerek karargâhta bırakılan adamın banka kasasını açmak için akılcı bir yol bulmak, mesela durumu savcılığa bildirmek yerine Amerikanvari maskelerle ortama dalmak ne işti? Cino, ‘Babamı aklayacak şeyi bulacağım. Bütün emniyeti de oraya çağıracağım’ sözüyle emniyeti işaret ediyordu ya, o vakit soyguna neden girişiyordu? Hele kasayı açmak için balyozla kırmaya uğraşmak hangi soyguncu mantığına sığıyordu? Dahası soygundan elde ettiği delili nasıl izah edecekti emniyete? Bu tutarsızlık senaryo incelemesinde hiç mi düşünülmemişti?

Amerikan tarzı aksiyon hesabıyla soyguna girişildiğini varsaysak bile devamındaki amatörlüğe ne demeliydi? Cino’nun kasayı alıp kaçmadan içindekini incelemesi, durup Ali’ye yardıma kalkışması, minibüse koşmak yerine bankaya dönüp silahını konuşturmaya girişmesi, onca zaman polis ve ambulansın gelememesi, iki adım ötedeki çiçekçiden bir türlü koşamayan Seliha’nın uluorta ateş açması, takibi mantık ötesiydi nitekim. Nasıl vurulduğunu bir türlü anlamadığım Mustafa’yı öldürüp onu yalap şalap gömdürerek Kemal’in cenaze merasimine taş çıkartan dizide, 10 dakikada girip çıkıyoruz denilen soygunu ‘Adam aklamak için adam öldürme’ kıvamına getiren akış, emniyet teşkilatını iyice acizleştirirken Seliha’nın bilekliği bulması ve hemencecik dükkânı kiralamasıyla da işin polisiye yönüne tüyü dikiverdi. Garipliklerine ikinci bölümde devam eden dizinin aksiyon yaratmak adına suni gerilimler sundu izleyiciye. Karargâhı temizleme operasyonu bir örnek… Aleko nasıl bir sorumsuzdu ki, gözcülük yapmak yerine mesajlaşmayı seçmişti? Boyayı dökerek Seliha’nın kapağı keşfetmesine zemin hazırlayan Tatar da, kaçmak yerine kaldığı bodrumda ses çıkartma becerisi sergileyip vukuatlarını geliştirmişti. Yani bunca beceriksizlikle bunlar nasıl hiç yakalanmadan faaliyet göstermişlerdi onca zaman, şaşmamak imkânsızdı. Böyle çete mi olur?

Velhasıl; Üçüncü bölüm nasip olur mu? Bilemem ama senaryo başarısı için akıcılık kadar ‘akılcılık’ da çok önemli. Bu ise kalemden başlayıp icraata dek sürmesi gereken bir özellik. Ne yazık ki rastlantılardan gelişen olayları fazlasıyla havada bırakıp bağlanma hissini zedeleyen ‘Yüz Yüze’de, akıcılık ve akılcılıktan ziyade isimlere dayalı öykünün sakat doğum hali mevcut!

SON SÖZ; Sagopa Kajmer’in ‘Galiba’ parçasıyla çok sevdiğim dizilerden olan ve ne yazık ki kıymeti pek bilinemeyen ‘Şubat’ı anımsatan… Edward Munch’ın ‘Çığlık’ tablosuyla modern dünyadaki insanın ve doğanın acılı yüzüne selam çakan ‘Yüz Yüze’, oyuncuları, karakterleri ve emek verilmiş çekim kalitesi açısından haksızlık yapılmaması gereken bir iş. Lakin içeriğindeki tutarsızlıkları görüp kökten düzeltmesi de şart. Tabii yolculuğunu sürdürmek niyetindeyse!

Öte yandan her karakterine ayrı bir yol haritası çizmesi ve böylece bölümler boyu sürmesi mümkün olan dizinin ateş hattında olduğunu da söyleyelim. Çünkü izleyicinin henüz yenileri tam fark edemediği ve bunla paralele olarak yenilerin de dertlerini tam anlatamadığı gerçeğinde… Dizinin iki bölüm sonra reyting nedeniyle havlu atıp dört haftalık revizyon molası vermesi başlı başına olumsuzluk. Devamı için nasıl konsept düzenlemesi planlanıyor bilemeyiz ama buradan ibreyi pozitife çevirmek hiç kolay değil. Daha açık söylersek, şayet bir ürünü defolarından dolayı itibar görmediği için kızağa çekmişseniz onu revizyonla yeniden piyasaya sürdüğünüzde büyük ilgiyle karşılanacağını düşünmeniz biraz hayalciliktir! Umarım yanılırım. Fazlasıyla kendine güven yanılgısına düşen ‘Yüz Yüze’nin yenilikçilik atağında, yeni bir hüsranla karşılaşmaması temennisiyle şansı bol olsun diyelim…

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal