Yaşamdan Hikayeler - 3

Karşı büfeden iki sade Türk kahvesi söyleyip yudumlamaya başladık. Ahmet, “Ne oldu aradın mı Zekiye’yi?” diye sordu.

Fuat Akyol Fuat Akyol

Ahmet muzır bir şekilde gülümseyerek yanıma geldi, selamlaşıp hoş beşten sonra, “Sana bir kahve ısmarlayayım mı?” diye sordu.
“Ee burada içelim yürütme beni.”
“Tamam,” dedi.

Karşı büfeden iki sade Türk kahvesi söyleyip yudumlamaya başladık. Ahmet, “Ne oldu aradın mı Zekiye’yi?” diye sordu.
“Hayır aramadım. Ayıp olur, kızcağız, o ne şimdi bir telefonumuzu verdik, hemen aramaya başladı, demez mi?” diye kendi kendime konuşur gibi anlattım.

Ahmet, “Emin ol telefonunu bekliyordur, güven bana,” dedi.
İstekli fakat utangaç bir şekilde Zekiye’yi aradım. Telefonu dört beş kez çaldırdıktan sonra kapattım. Ahmet, niye kapattın, der gibi yüzüme bakıyordu. “Müsait değildir, derstedir herhalde,” dedim.

Bizim sohbet konusu önce Türkiye, sonra uluslararası ilişkiler, en son ne olucak bu dünyanın hali diye devam ederken telefonum çaldı. Ahmet’e “Pardon,” diyerek telefonu açtım. Arayan Zekiye’ydi.

“Kusura bakma dersteydim, açamadım telefonu. Nasılsın?” diye sordu az sonra da, “o gün çok güzeldi, çok eğlendim,” dedi.
Gayri ihtiyari, “Tekrar yapalım,” diye yanıtladım.
“Olur,” sesini duyunca içimi bir sevinç kapladı. Ne zaman, hangi gün diye konuşurken, “Bu Çarşamba arkadaşlarla buluşmayacağız, biz görüşelim,” dedi Zekiye.

Saat yedide Galatasaray Lisesi’nin önünde buluşmak üzere sözleşerek telefonu kapattım. Ahmet şaşkın şaşkın bana bakıyordu, sadece “İyi,” dedi.
Buluşma gününü iple çekiyordum, çarşamba öğlen gibi uyanıp akşam beş doğru Beyoğlu’na yollandım. Erken gelmiştim ama oturup biraz gazete okuyup, iki sohbet derken saat 18:45 gibi yukarıya, liseye doğru yürümeye başladım. Yaklaşık on dakika sonra da Zekiye geldi. “Bugün seni Beyoğlu’nda güzel bir yere götürceğim,” dedim.

Zekiye, “Meşru Meyhane’ye gidelim hem Yasemin’i görürüz,” demesine rağmen, “Yok bugün değil, başka bir zaman gideriz Meşru’ya. Elios’a gideceğiz, oranın mezeleri mükemmel, arasıcakları harika, manzarası süper,” diye anlatırken Elios’un önüne geldik.

Asansörle yukarı çıkıp, bize ayrılan masaya oturduk. Zekiye, “Gerçekten anlattığın kadar varmış, manzara çok güzel,” dedi.
Mezeler masaya dizilirken sohbete devam ettik, okul yıllarından, eğitim zorluklarından, bizim dönemdeki hocalarla şimdiki hocaların farkından, bugünkü öğrencilerin çok bilmişliğinden, anne babalarımızdan şimdiki anne babalardan konuşurken göz ucuyla şöyle bir bana baktı.
“Senin Eda’yla aranda gerçekten bir şey yoktu değil mi?” diye sordu.
Uzun uzun Eda’nın akrabam olduğunu, bunun dışında bir ilişkimiz olmadığını anlattım. Her şeyi anlattım, ancak saat on iki gibi Elios’tan hesabımızı ödeyip Galatasaray’a doğru yürümeye başladık. Yol çiçek satan çocuklarla doluydu, bir taraftan seni almaya zorluyorla diğer taraftan tehditkar bakışlar atıyorlardı. Zekiye’yle birbirimize baktık.
“Aynı şeyi düşünüyoruz galiba,” dedim “bu çocukları devlet ailelerinden almalı gecenin on ikisinde, on bir, on iki yaşındaki çocukların ne işi var sokakta, onlar evlerinde uyuyor olmalı ve sabah okullarına gitmeli. Devlet çocukları ailelerinden alıp ailelerine de hapis cezası vermeli, bununla ilgili kanun çıkartılmalı, bu çocuk istismarıdır ve buna son verilmeli,” diye Zekiye’ye anlatırken, ufaklıklardan biri, “Baba nasılsın?” diye sarıldı bana.
Zekiye anlamsız bir ifadeyle bana bakarak, “Kim bu?” diye sordu.
Ben de onun hikayesini anlattım. Sonra beraber, Yeniçarşı Caddesi’nde Cezayir Sokağı’na doğru yürümeye başladık, Galatasaray Lisesi’nden aşağıya inerken Zekiye, nereye gittiğimizi sordu.
“Galatasaray garajını geçince elli metre ilerde 45’lik var oraya gideceğiz.”
Zekiye, “Senin barına mı? Yani Issız Adam’dan sonra çok istiyordum gitmeyi ama bir türlü yolum düşmedi.”

45’lik’in tarihinin Issız Adam’dan çok eski olduğunu, daha önce türkü bar, yabancı pop ve rock çalan bir mekan olduğunu uzun uzun anlattım.
Birden 45lik’in önünde buluverdik kendimizi Barış güleryüzlülüğü ve samimiyetiyle, “Hoş geldiniz Fuat bey, hoş geldiniz hanımefendi,” diyerek bizi içeri aldı.

Her zamanki gibi kabin önündeki masada oturduk, kah şarkılara eşlik ettik kah hüzünlendik bazen de dalıp dalıp çok uzaklara gittik. Her şarkı ayrı bir tat ayrı bir lezzeti, çocukluğumuz gençliğimiz gözümüzün önüne geliyordu.
70’ler ve 80’lerden ne de çok bildiğimiz şarkılar varmış, ne de çok söyledik o akşam.
Bir ara alkolün de etkisiyle Zekiye’ye, “Sevgilin var mı?” diye sordum.
Aldığım cevap çok mutlu etmişti beni. Dans etmeye başladık, müzikler ve atmosfer mükemmeldi çok eğlenceli ve çok naif bir ortamdı. Saate son baktığımda iki buçuktu, Zekiye’ye dönerek, “Artık çıkalım mı? Bizim burada taksimiz var, Kerim seni eve bıraksın. Yarın okul vardır,” dedim.
Zaman nasıl geçti ben hiçbir şey anlamadım, “Yine tekrarlayalım,” diyerek sarılıp, ayrıldık.