Türkiye'nin psikososyal kırılma noktaları

Aslında hükümetlerin ve devlet yapılarının hepsinin aklı devletin potansiyel akıllarıdır.

Melih Bulut Melih Bulut

DEĞERLİ OKURLAR BU SEFERLİK KÖŞEMDE PSİKİATRİ UZMANI DR. MUZAFFER UYAR KONUK YAZAR OLARAK YER ALIYOR. DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR YAZI KALEME ALMIŞ. BEĞENEREK OKUYACAĞINIZI UMUYORUM, SAYGILARIMLA. (Melih Bulut)

Devlet, Referandum, Türkiye’nin Fay Hatları ve Psikososyal Yönetim İhtiyacı

Devletlerin psikososyal kırılma noktaları jeoloji biliminin fay hatları terimi ile oldukça benzer açılımlar içermektedir. Bu nedenle fay hattı terimi bir devletin psikososyal kırılma noktalarının anlatımında metafor olarak kullanılabilir. Bir devletin psikososyal fay hatları tıpkı kurulduğu coğrafyadaki yeraltı fay hatları gibi kuruluşunun öncesinden beri vardır.

Devlet ile psikososyal teriminin ya da konseptinin birlikte kullanımının dayanağı ise devletlerin psikososyal bir bütünlük (integrity) olan insan üzerinden kurulması yani insanın psikososyal bütünlüğünün evrimi neticesinde ortaya çıkmış olmalarıdır. Ancak devletler giderek insandan bağımsızlaşmış ve kendileri birer bütünlük olmuşlardır. Ekonomik, siyasi, kültürel birçok alt bütünlüğün entegrasyonu olan devletler artık tamamlanmış soyut bütünlüklerdir ve bir kendilikleri (self) vardır.

Devletler, tüm bütünlükler gibi, temelde hayatta kalmak amacındadır. Bu amaçla büyümek ya da küçülmek durumunda kalabilirler. Diğer bütünlükler gibi çevrelerinde onları kuşatan bütünlüklerle rekabet ve işbirliği halindedirler. Ayrıca her bütünlüğün temel sorunu olan zamanla mücadele etmek zorundadırlar. Zaman bir bütünlüğü tehdit eden en önemli faktördür; zaman bir devletin yaşamasına da hizmet eder yok olmasına da.
Devlet bir bütünlük ve kendilik olduğu için bir de aklı vardır. Bu akıl var oluş amacından ortaya çıkar ve potansiyel bir akıldır yani devlet aklı oluşturur ama düşünemez. Bu akıl biraz karakter olarak hayvan aklına da benzer, belki bu nedenle sıkça devletler hayvan sembolü kullanırlar (Amerikan kartalı, Rus ayısı, Çin ejderhası gibi ).

Zaman ve diğer bütünlüklerle ilişkiler bu aklın türemesine ve oyun teorileri yaratmasına neden olur. Bu aklı okuyacak iradeler vardır. Okudukları akla uygun davranışlar geliştirmek (düşünmek) bu iradeleri aynı zamanda idareci (eylemde bulunan) yapar.

Devlet içinde kültürler, ideolojiler, ekonomik ve güvenlik orijinli güç odakları yani temelde psikososyal etyolojili bir çok irade vardır. Az önce belirttiğimiz gibi bunlar aynı zamanda fay hatlarını oluştururlar. Bunlar devlet aklını okuma yönünde, genelde rekabet halinde, ama zaman zaman da işbirliği halindedir. Bu iradelerden baskın olan bir tanesi ya da birkaçı bilindiği gibi hükümeti meydana getirir. Ama diğer iradeler tarafından idare sadece hükümete bırakılmaz. Hükümetlere bırakılmayan güç odakları genelde derin devlet konseptini ve yapılarını oluşturur. Bunlar, hükümetle uyumlu ya da uyumsuz olabilirler. Gücün tamamının kontrolünün hükümete bırakılması devlet varoluş mantığına çok uygun değildir, çünkü risklidir. Derin devlet konsepti hükümetlere göre daha kadim ve stabildir. Ayrıca derin devlet yapıları bütünlüğün stabilitesi konusunda daha paranoyak tutumludur. Türkiye’nin bir türlü çözemediği Kürt meselesi buna iyi bir örnektir. Bazen, İttihat ve Terakki dönemindeki gibi aşırı büyüme hezeyanlarına da kapılabilirler.

Aslında hükümetlerin ve devlet yapılarının hepsinin aklı devletin potansiyel akıllarıdır. Bu akılların hangisinin seçileceğini o anki hakim güç, hangisini doğru olduğunu ise zaman belirler. Aslında devletin dünyasında doğru yoktur. Zaman esas belirleyici olduğu için doğru yerine elde bulunabilen ya da o sırada en geçerli olan terimini kullanmak daha anlamlıdır.
Devletler zaman dayatması nedeniyle hayatta kalabilmek için metamorfoza uğrarlar. Buna çok eskiden başlayarak Osmanlı’ya ve bugünkü Türkiye Cumhuriyetine uzanan değişim süreçlerini örnek gösterebiliriz. Bu süreçler çeşitli lider kişiliklerle, mesela Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, II. Mahmut, Atatürk ile sembolleşen metamorfozlardır.
Metamorfoz yapısal değişikliklerin gerçekleştiği süreçlerdir. Yapısal değişimlerin olmadığı görüntüsel değişimlere ise simülasyon denir. Devletler savaşacakmış veya daha barışçı ya da demokratik olacakmış gibi çeşitli simülasyonlar yapabilirler. Simülasyonlar başarılı olduğunda yani mevcut paradigmaları bulandırdığında yapısal değişikliklere gerek kalmayabilir. Bir devlet ne kadar simülasyon yapıyorsa ya o kadar başarılıdır ya da o kadar yönetilemez durumdadır. Buna en iyi örnek bugünlerdeki Amerika Birleşik Devletlerinin durumudur, belirlilik şu an mevcut değilse belirsizliği bari sen yönet gibi.

Devletlerin kuruldukları coğrafi alandaki o devlet oluşmadan önceki kültürel (dinleri de kapsar anlamda) ayrımları ya da sentezleri kaçınılmaz olarak içerdiklerini söylemiştik. Her devlet bir bütüncül varlık olmaya çalıştığı için bu çatışma ve ayrışma alanlarını yatıştırmak zorundadır. Aslında hep bunların bazıları zamanla ortadan kalkar diye düşünülmüştür ama işin aslı bu sosyokültürel fay hatları ve çatışmalar hiç bitmez, sadece metamorfoza uğrarlar. Metamorfozlara uğrarlar ama kadim kodlarını asla kaybetmezler. Devletler yaşamları boyunca hep sentez ararlar ama başarılmış sentezlerin bile ömürleri şüphelidir. Zamanın yanı sıra fizik yasaları da suni sentezleri çok yaşatmazlar. Çünkü stabil bir varlık olamadığı sürece ki devlet asla olamaz, sentezde kalmak parçalanmaktan çok daha yüksek enerjiye ihtiyaç duyar (entropi yasası).

Bir sentez örneği olarak Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına bir göz atabiliriz.
Atatürk öncülüğündeki kadronun dağılmış bir imparatorluktan kalan Anadolu’ya sıkışmış Osmanlı tebaasını kapsayıcı milliyetçilik ve ulus devlet sentezinde birleştirmesi ve Osmanlının yüz yıldır tartıştığı batılılaşma sorununu bir kalemde çözmesi (!) hala daimi bir senteze ulaşmış gibi gözükmemektedir. Üstelik bu sentezin korunması için çok büyük enerji sarf edilmiştir. Burada şu soruyu da sorabiliriz ; acaba kültürleri dikkate alan daha iyi bir psikososyal yönetim uygulansaydı sentez daha başarılı olur muydu? Örneğin, dindar insanlar, kültür grupları, etnik yapılar daha iyi bir psikososyal yaklaşımla karşılansalar, yaratıcılıkları ve potansiyelleri sisteme entegre edilebilse Türkiye daha eğitimli, daha bilimsel, sanatsal ve ticari alanlarda yaratıcı insanlara sahip bir ülke olur muydu?

Türkiye’nin ikinci bir sentez sürecine bakalım. 1980’lerden sonra zaman yeni bir dünya yarattı. Globalizm ve ardından neoliberalizmin dünyası (kozmopolitan finans kapitalizmi). Bu dünya önce ideolojileri salladı ve Sovyetlerin yıkılmasının ardından kapsamlı milliyetçilik ideolojisinin devlet yönetiminde sentez sağlayıcı gücü çok azaldı (AB ve ABD’ nin desteklediği sonradan federasyona ulaşacak mikro milliyetçilik projesi ) .
Küreselleşme önce Balkanlarda sonra Ortadoğu’da devlet yapılarını sarsmış ve yeni metamorfozlara uğratmıştır. Türkiye bu süreçte proaktif davranarak 24 Ocak kararlarını uygulayacak bir darbe ile geçiş yapmış; sonra da müslüman liberal bir yönetimin iktidara gelişi ile globalizme uyum sağlamaya çalışmıştır.
1990’larda Türkiye’nin sosyokültürel faylarında kısmi metamorfozlar ortaya çıkmış; bazı kültür ve ideolojiler liberal olan ve statükocu olan şeklinde ikiye bölünmüşlerdir. Yani yeni sentez ve ayrılıklar meydana gelmiştir. Kürt meselesi daha karmaşıklaşmıştır. Türk halkında değişim ve büyüme istekleri çok artmış ancak devletin derin aklı statükoyu korumuş ve hatta yakın müttefik ABD ile ters pozisyonlara düşülmüştür. 1Mart tezkeresi ve çuval hadisesi bunlara örnektir.

Türkiye devletinin derin aklı aslında özellikle Osmanlı’nın yıkılışından aldığı dersle Cumhuriyetin kurulmasından itibaren daha proaktif olmaya çalışmıştır. Bu tutum değişen konjuktürlerde ortaya çıkması gereken yeni yönetim iradelerine yolu açma tutumu (Özal ve Erdoğan’ın önünün açılması gibi) şeklinde kendini göstermektedir. Bu arada proaktif ilerlemelerin problem yarattığı durumlarda öncü evlatlarını kolayca harcayabilmektedir. Bu iki zıt uçlu tutumu devletimizin asli bir karakteri gibidir. Psikiyatrik bir analizle devlet kendiliğinin (self) bilinçaltında iki zıt isteği, Osmanlıdan kalma imparatorluk hayalleri ile yine Osmanlının son yıllarından kalma dağılma korkularını aynı derinlik ve şiddette hissettiğini ve bu yarılmanın onu adeta bir psikiyatrik sendrom olan borderline karaktere taşımış olduğunu düşündürmektedir. Şu sıralarda, Ortadoğu’da ve Avrupa’da kartların yeniden dağılımında da yine proaktif olmaya çalışır gibi gözükmektedir. Ancak hayaller ile taşıdığı korkuların yarattığı zıtlık nedeniyle bir türlü tam kararını verememekte ve bir o yana bir bu yana savrulup durmaktadır. Bu savrulmalar sonucunda ABD ve Rusya gibi güçleri de bir türlü dengeleyememektedir.

Ancak bu yeni değişim çabalarında, hep yapıldığı üzere, başlangıçta toplumun geniş katılımı, uyumu ve rızası yoktur. Bu rıza yine her zamanki gibi işler olup bittikten sonra alınmaya çalışılmaktadır. Geçmişte bu konuda matematiksel olarak başarılı olmuşlardır, yani onların seçtiğini sonradan halkta seçmiştir. Anayasa oylamaları buna tipik örnektir. Ama bu görünür matematiksel başarıların (milli gelirin yükselmesi de dahil) yanı sıra bu tutumun görünmez başarısızlıkları da vardır.

Örneğin, Türk insanın zihinsel ve eğitimsel kapasitesi, soyut düşünme ve inovasyon kabiliyeti değişkenlik kazanmasına paralel artmamaktadır. Çünkü insanlar kendi dönüşüm zincirlerini algılayamamakta ve kendi varlık referans noktalarını dolayısıyla oryantasyonlarını yitirmekte ve soyut bütünlüklerini toparlayamamaktadır. Böylece devlet sentezden senteze koşarken yeni metamorfozik sosyokültürel fay hatlarını yaratmaya devam etmektedir.
Keza bu referandum da olağanüstü hal koşullarında, birçok insan tam olarak neyin değiştiğini anlamadan yapılmıştır. Değişimin sonradan sindirileceği ya da onaylanacağı varsayılmaktadır, umalım ki öyle olur.
Bir taraftan da neoliberalizm yeni fay hatları yaratmaktadır ve bu sorun sadece bizim ülkemize özgü değildir. Bu süreç neoliberal Avrupa ve ABD’de sağ popülizm olarak karşılığını bulmakta; bu hareketlenmelere karşı devlet operasyonları, fayların büyüyüp kendi kırılmadan kırılması ya da dalganın sırtına binerek yönetme gibi yaklaşımlarla halledilmeye çalışılmaktadır. Bu devletler neoliberalizmin içerdiği gizli (aslında körler için gizli) faşist ruhun kitleleri ulusalcı megaloman bir ideolojiye sürüklemesi nedeniyle bu insanların tatmini için durmadan simülasyonlar üretilmek zorunda kalınması gibi sorunlarla uğraşmaktadırlar.

Referandumdan sonra ulusalcılık adında milliyetçileşen sol ve sosyal demokrasi ile MHP ve AKP’deki klasik milliyetçi gruplar milliyetçilik ve statükoda birleşerek karşısında birleşmiş gibi görünen neoliberal islam ve yeni statüko grupları koalisyonuna karşı bir cephe oluşturabilir. Ayrıca, Ortadoğudaki bazı kırılmalar, Kürt meselesinin Suriye üzerinden ulaşacağı yeni boyutlar, bölgede süper güçlerin hakimiyet arayışları mevcut hükümete karşı güçlü dalgalar yaratabilir gibi gözükmekte. Devletin bu yeni tehditler karşısında bir paradigma değişimine gidiyor olduğu şüphesi içindeki bazı gruplar (ki hayırcıların bir kısmı böyle adlandırılabilirler)toplumda yeni bir fay hattının öncüleri olabilirler. Buna karşılık devletin kadim yönetim bilgilerinden yararlanarak savunma hazırlayacağı da şüphesiz.
Ama sorulması gereken esas soru bütün bunlar sonuçta psikososyal bir değer taşıyacak mı, Türkiye’yi barış içinde yaşayan, gelişmiş bir ülke durumuna taşıyacak mı olmalıdır.
Bu konudaki şüphelerimiz maalesef eski kötü alışkanlıklarımız nedeniyle mevcut. Osmanlının sonunu getiren en önemli faktörlerden birinin kültürel fay hatlarını yönetememe ve bu nedenle isyanlarla karşılaşma olduğunu biliyoruz. Yüzlerce isyan bastırdık, sürgünler yaptık, en sonunda Balkanlardan nihai parçalanma başladı. Türkiye Cumhuriyeti’de sürekli isyanlarla uğraştı; ardından darbeler, sürgünler, küskün kitleler ve bilinçaltına gömülen fay hatları yaratıldı. Acaba iyi bir psikososyal yönetim konsepti olsa bunlar daha az olur muydu?

Psikososyal yönetim anlayışı nedir;
Psikososyal yönetim öncelikle insan odaklı bir yönetimdir. Her ne kadar devletle birey her zaman aynı noktada buluşamasa da ortak noktaları artırmayı amaçlar.
Psikososyal yönetimin iki ucu vardır. Birinci ucu gelişebilecek psikolojik ve sosyal sorunları oluşmadan çözmektir. Yani preventif, önleyicidir. İkinci ucu da insanı daha iyi hale getirmek, daha iyi yaşatmak ve daha mutlu olmasını sağlamaktır. Türkiye Cumhuriyeti devleti bugüne kadar bunları gereği kadar başaramamıştır.
Psikososyal yönetim insan kişiliklerinin, liderlerin tarihe yön verebileceğini varsayar ve insan faktörünün daha yönetilebilir olmasını amaçlar. Örneğin Almanya’da psikososyal ilkeleri uygulayan bir yönetim olsaydı ne bir Hitler, ne de o lideri yaratan, ulusu saran yeniklik öfkesinin büyüklük paranoyasına dönüşmesi ortaya çıkardı.
Örneğin AB projesi temelde bir psikososyal yönetim projesidir. Şu ana kadar hedefleri düşünüldüğünde gayet başarılıdır; ancak ne kadar sürdürülebilir olduğu ve bize ne kadar hitap ettiği ayrı bir konudur.
Son olarak psikososyal yönetim bir konsepttir. Doğrudan bir yönetim anlayışı değildir. Yönetim anlayışına eklemlenmiş bir ruhtur. Bir devletin ve halkın psikososyal temel özellikleri dikkate alınarak gerçekleştirilmelidir. Dışardan alınıp aynen bir ülkeye adapte edilemez.

Dr. Muzaffer Uyar
Psikiatri Uzmanı.