Türk dizilerini yurtdışında bekleyen tehlike

‘Muhteşem Yüzyıl’ın Avrupa, ABD, Rusya, Çin gibi geniş kapsamlı izlenebilirlik sağlayan ilk Türk dizisi olduğu sektörümüzün ürettiği işlerin kalitesi gerçekten de dünya çapında mı?

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Kurgu dünyasında güleriz ağlanacak halimize…

‘Kalite asla bir tesadüf değil, daima akıllı bir gayretin sonucudur’ demiş İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni John Ruskin… Gayret göstermek yerine kolaycılık mantığıyla hareket edip seviye düşüklüğü yaratanların kalitesizliğine hayatın her kademesinde şahit olurken başarının da, sözle değil kalıcı icraatla ispatlanacak bir olgu olduğu gerçeği daha net gösteriyor yüzünü. Özellikle de kaliteli işlerin ötelendiği, basitliklerin rağbet gördüğü ve ödül dağıtımının alabildiğine sıradanlaştığı kurgu dünyamızda!

Artan yapım sayısı ve dünyaya açılım bakımından her şey ilk bakışta tozpembe ama… İnsan yerlisinden yabancısına çokça farklı örnek izledikçe, yerli kanadında her geçen gün artan yapım sayısıyla gelişen tıpkılaşmaya bakıp, kurgu dünyamızdaki olası tehlikeyi daha iyi özümsüyor ve yapımlar arasındaki kalite uçurumunu enikonu fark edip sorgulamaya geçiyor.

‘Muhteşem Yüzyıl’ın Avrupa, ABD, Rusya, Çin gibi geniş kapsamlı izlenebilirlik sağlayan ilk Türk dizisi olduğu sektörümüzün ürettiği işlerin kalitesi gerçekten de dünya çapında mı? Arap ülkeleri, Kazakistan, Bulgaristan, Gürcistan, Kosova, Latin Amerika gibi yerlerin ötesinde sinema ve dizi kalitesinde ciddi bir çizgiye ulaşmış kaç ülkede dizilerimiz rağbet görmekte? Dahası, pazarlama becerisiyle dünyaya yayılan diziler arasında öyküleriyle fark yaratan türden yapımlar mı çoğunlukta yoksa klişelerle yüklü sıradanlıklar mı? En önemlisi, bu başarı tablosunu sunarken şişirmelerle kendi kendimize övgüler dizip gerçekte ‘güleriz ağalanacak hailimize’ durumu mu sergiliyoruz? Bu sorulara açıklık getirmek için yapımların içerik durumuna bakarak değerlendirme yapmakta ve bekleyen tehlikeyi işaret etmekte fayda var.

YURTDIŞI PAZARINDA DİZİLERİMİZ BEKLEYEN TEHLİKE

‘Gelinim Olur Musun’un yanı sıra Kanal D’de yayınlanan ‘Bana Her Şey Yakışır’ programının formatını da Shopping Monsters, Shopping Queens gibi adlarla yurt dışına pazarlamayı başaran televizyon sektörümüzün içerik üretimi ve dizi ihracatı açısından ABD’den sonra dünyada ikinci sırada yer aldığı söylenmekte. Doğruya doğru. Övünülecek bir gelişim. Gelinen bu noktayı önemsememek haksızlık olur. Öte yandan kabul etmek gerekir ki, bu başarıda içerik ve yapım kalitesinin tavan yapmasından ziyade hedef izleyici kitlesinin çoğunluğunun kadınlardan oluşması önemli bir faktör. Tıpkı bir zamanlar Latin Amerika dizilerinin bizim ev hanımlarının gösterdiği düşkünlükle ekranı doldurması gibi! Sorarım size… Her sahnesi insanı canından bezdiren boş muhabbetlerle uzatılan… Buna rağmen aşk ve kıskançlık temasının basitliği ve yakışıklı oyuncularıyla kadınları bağlayan Latin Amerika dizilerinden şimdi kaç tane var ekranımızda? Böylesi yapımların dünya çapındaki popülerliği günümüzde ne âlemde? Cevabı çok düşünmeye gerek yok. Popüler kültürle değişen bakış açıları, benzer yapımların bezdiriciliği ve yeni gelişen seçenekler neticesinde oluşan gözden düşme durumu meydanda.

Bu noktada Latin Amerika dizilerinin sürecini örnek almakta fayda var. Benzer tehlike hâlihazırda yabancı ülkelerde ilgi gören Türk dizilerinin geleceği için de geçerli. Zira mevcut dizi mantığında senaryo yaratma yeterliliğimiz, daha gerçekçi ve yaratıcı yapımlarla gittikçe çıtayı yükselten küresel pazardaki yarışta kalıcı olabilecek kapasitede değil. ‘Muhteşem Yüzyıl’, ‘Diriliş’ gibi tarihi yapımlar veya ‘Çalıkuşu’, ‘Kurt Seyid ve Şura’ benzeri edebi eserlerimizden uyarlamalar her devirde geçer akçe olsa bile Güney Kore’den ya da Amerika’nın sevilen dizilerinden uyarlanarak Türkçeleştirilen; aşk üçgeni çatışmacılığında bir sonraki sahnesi kolayca tahmin edilebilir olan yapımların cazibesi bir yere kadar. Muhakkak ki, şimdilik bizim içeriklerimiz onlara farklı bir seçenek sunuyor... Onlar da kendi kalıplarının ötesinde bir tat ve oyunculuk görmenin cazibesiyle hareket ediyor. Ancak tıpkı iç pazarda olduğu gibi yurtdışında da bir süre sonra benzer işlerden bıkma aşamasına geçilecektir. Bölüm sürelerini daha çok reklam alabilmek için 150 dakikaya kadar sündürenler sayesinde içsel mantık ve gelişim sıkıntısı büyüyen senaryolar, farklı öykü yaratamama kısırdöngüsünde açmaza düşeceklerinden yabancıların ilgisi de körelecektir.

Öte yandan yarışa tutuştuğumuz yabancılara baktığımızda tablo bizdekinden çok farklı. Birbirinden ilginç içeriklerle ve büyük prodüksiyonlarla kaliteye tavan yaptırdıklarını görmekteyiz. Mesela, 74. Altın Küre’de En İyi Televizyon Dizisi seçilen ‘The Crown’… Kraliçe II. Elizabeth’in aile içi yaşamındaki bilinmeyenleri cesurca anlatan 10 bölümlük altı sezondan oluşan ve 125 milyon dolar gibi dev bir bütçeye sahip yapımın 190 ülkede aynı anda yayında olabilmesi, gelip geçici değil, ciddi anlamda başarının ve kalitenin ne olduğunu algılamak adına kayda değer. Hal böyle olunca da geleceği belirsiz, şişirilmiş egomuzun peşine körü körüne takılıp gerçekleri umursamamanın yanlışlığı bir kez daha çıkıyor açığa.

Diyeceğim o ki; Dizilerin, gencinden yaşlısına kitlelere hitap gücüyle küresel popülerliğini sağlamak strateji işi! Mevcut dizi anlayışımızdaysa böyle bir stratejinin varlığından bahsetmek biraz zor. Bu meyanda ekranlarımızda ilgi gören dizilerle dünyada prim yapıyor olmamız, hatta bizde izlenmeyen yapımların bile yurtdışında zirvelerde bulunması da kalıcı başarı ve kalite göstergesi kabul edilip ilerisi için garanti sayılamaz. Çünkü şayet aynı içerik çizgisinde iş üretmekte diretilirse, zamanın geriden geldiği Orta Doğu, Hindistan misali kültürel benzeşme gösteren bölgelere hitap etsek dahi, gelişmiş ülkelerin izleyicisini tutmanın zorlaşacağı aşikâr.

DİZİLERİMİZ YARIŞ ZORLUĞUNU NASIL AŞABİLİR?

Dizilerimizin küresel pazardaki övüncünün gelecekteki belirsizliği bir yana, ekranlarımızdaki yarışta da ekmek aslanın ağzında. Karşı karşıya olunan zorlu süreç gittikçe netleşirken durup düşünmek lazım… Şimdilerde ünlü isimler üstünden elini güçlendirirken bile reyting kaygısına düşen dizi bolluğu yaşayan ve ilk tehlike sinyallerini veren iç piyasanın bir süre sonra tam çıkmaza girmesi nasıl önlenir? Kaçınılmaz olan bu zorluğu aşmak mümkün mü? Evet. Kesinlikle mümkün. Yapılması gereken de öyle atla deve değil… Üç noktaya özen gösterildi mi, aşama atlayan Türk dizilerinin gücü azalacağına artar. Bu üç nokta hemen sıralayalım…

1-Dizilerimizin ufkunu içte ve dışta geliştirmek için ilk yapılması gerekenler, özgünlüğe ve dahi özgürlüğe önem vermek! Senaryolarda özgünlüğü sağlamanın yegâne formülü, nice medeniyete ev sahipliği yapmış bu toprakların özüne inmekten ibaret. Daha önce işlenmiş konulardan kopyacılığa soyunmak, benzer karakterlerle yol almak yerine kahramanlıkların, tarihi efsanelerin ve ölümsüz aşkların deryası olan Anadolu’dan öyküler türetmek lazım. Bu romantik komedilerin, yabancı uyarlamaların ve töreli-konaklı içeriklerin kapanına sıkışan dizi sektörümüze bambaşka bir soluk, yepyeni bir çehre kazandıracaktır. Dolayısıyla ABD-Avrupa gibi ülkelerdeki izleyicinin otantik merakını da tatmin edebilecek yapımlar üretilip hem içte, hem küresel pazarda dizicilerin eli daha güçlenecektir. Özgürlükten kastimse, vara yoğa kanca atıp yasaklayıcı-dışlayıcı zihniyetin devreye sokulmaması… Oyuncusundan içeriği kaleme alanına, özellere dalınıp karalama mantığının güdülmemesi. Sözün kısası, dizilerin kurgularını çağdışı zihniyetten soyutlayıp modern dille ve sorgulama yeteneğini geliştiren yapıcı bakış açısıyla yaratması onların dünyaya hitap edecek seviyeye gelmesi adına önemli.

2-Anadolu’nun tarihinden ve çok renkli kültürel yapısından çıkarımlar yapmanın dışında reyting sistemiyle başa çıkabilecek yapım yaratmakta zorlanan dizicilerin önünü açacak bir diğer unsur, gittikçe daha yaygınlaşan senaryo tekelleşmesinin kırılması! Burada görev yapımcılara düşmekte… Yapımcılar dizi olayını, ünlü oyuncu üstünden başlatıp ona göre düzenlenen ısmarlama öykülerden ibaret görmemeli ve senaryo yazımını kadrolu hale getirmekten vazgeçmeli. Daha net ifadeyle hep belli kişilerin yarattığı içerikleri ekrana sürmek yerine kalıpları yıkan cesur kalemlere de fırsat verip onların yaratıcı fikirlerine destek olmak. Zira bu yapılmadığından sürekli aynı isimlerin senaryolarında aynı atmosferlerle karşılaşmak, benzer öykülere rastlamak kaçınılmazlaşıyor… Ki, bu da ilginin azalması demek.

3-Dizi sektörünün gücünü artırmada özen gösterilmesi gereken üçüncü unsura gelince… Dar alana tıkılmamış, dış çekimleriyle zenginleşmiş yapımlara ağırlık verilerek sunulan sahnelerin kalitesine önem vermek! Mevcut dizilere baktığımızda pek çoğu kapalı mekânlara hapsolmuş durumda. İlk bölümlerde dış çekimlere yoğunluk verilmenin ötesinde bu türden kayda değer sahneler bulmak hayli zor. Bu ise dizilerin sit-com olmadıkları halde o havada yansımalarına sebep olarak dön baba dönelim şeklini alan işi monotonlaştırıyor. Buna karşılık görsel çeşnisi fazla mekânlarla çalışmak ve olayları, dar alanda paslaşmadan ibaret kalmayan akışla sunmak dizileri, montaj bandında üretilmiş konumuna düşmekten kurtaracaktır. Bizden önermesi.

Sonuçta; Hızla büyüyen ama büyürken de emeği daha fazla sömürür hale gelip hoyratlaşan bir dizi sektörüne sahibiz. Ayrıca dünya çapında yer edinmek isterken, dünyadaki gelişmiş ülkelerin çalışma şartlarından ve dizi yapılanmasından bigâne, kendine has iç dinamiklerle yol alınmakta. Tüm bu debdebeli tablo içinde öne çıkansa, bazı istisnalar hariç, dizi sektörünün sağlam bir gelecek için şart olan yenilikçi mantığı ve kaliteyi arka plana atarak bir anlamda kendi sonunu hazırlayan taşları döşediği gerçeği. Kıra kırana mücadelede ‘Kurgu dünyasında güleriz ağlanacak halimize’ dememek ve kalıcı başarı sağlamak için bu gerçek görülmeli!

‘Başarı insana belki çok şey öğretmez, fakat başarısızlık çok şey öğretir’ der bir Çin Atasözü… Dizi sektörümüzün, başarısızlığa uğramadan başarının gereklerini görmesi temennisiyle…

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal