Her şartta ‘Ölene Kadar’ diyebilmek..

Şimdi kimileri kalkıp, tıpkı ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’e yaptıkları gibi, dizinin yayın gününe takılacak ve alınan sonucu ona bağlayacak.

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Sevgi-saygı gibi sıkı sıkıya sarılınması gereken değerlerin bir bir yitip gittiği, ikiyüzlülüğün tavan yaptığı, ağza gelenin fütursuzca sarf edildiği zamanlarda yaşıyoruz. Çoğunluk önünü ardını düşünmeden dilediğince döktürüyor kelimeleri. Lakin bazı sözcükler öylesine derin manalar taşır ki, kolayca dudaklardan dökülmemesi gerekir. Zira böyleleri ağızdan çıktığı andan itibaren anlam ağırlığını bindirir insanın omuzlarına. ‘Ölene kadar’ da, en ağır yükümlülüğü getirenlerden… İster aşkta kullanılsın, ister dostlukta… Bir kez ‘Ölene kadar’ dendi mi, insan, ömrünün sonuna dek bağlanır bu taahhütle. Yani bir bakıma bu sözle esir olur karşısındakine… Ama ne yazık ki, esaretin bedelini kabullenip gereğini layığıyla yerine getirmek herkesin harcı değil.

Sevgisinin ölene kadar süreceğine yeminler edip kısa sürede aldatan veya can dostluğuyla en kallavisinden kazık atan ya da ölene dek vazgeçmem dediği ideolojisini kolayca satanlar için bu bağlayıcılığın hükmü hak getire. İnsan bunların yarattığı hayal kırıklığını sineye çeke çeke güvenmez oluyor ‘Ölene kadar’ diyenlere… Bununla birlikte sözcüğün derinliği bunlarla da sınırlı değil. Çünkü güzelliklere yönelik bağlayıcılığının yanı sıra olayın bir de diğer yüzü mevcut. ‘Ölene kadar’ demenin en dayanılmaz hali kişisel kazıklardan ziyade, mahkemelerce verilen ceza mahiyetinde gösteriyor kendini. Kolay mı ‘Ölene kadar’ dört duvarın içinde kalmak? Hele bir de masumken eline tutuşturulmuşsa ‘Ölene kadar’ yazılı karar… Esaretin bedelinde yitip gitmenin düşüncesi bile akla zarar.

Öte yandan birbirinden iddialı diziler arasında yolculuğa niyetlenip gücünü ispatlayarak ‘Ölene Kadar’ demeye çalışanların yarattığı rekabet tablosu da var hesapta… Ki, Star’ın yeni dizisi bu bağlamda yaşanabilecekleri ortaya koyan en taze örnek. Ekranda her şartta ‘Ölene Kadar’ diyebilmek kolay mı peki? Birlikte irdeleyelim.

‘ÖLENE KADAR’IN HANDİKABI NE OLDU?

Hak verilmez alınır denilen zamanlardan, bugünlere… Hakların, hak etmeyenlere altın tepside sunulduğu, hak edenlerinse yırtınıp durduğu yaşam düzeni yerli yerinde. Bu alışkanlık öylesine normalleşti ki, sonunda cümleten ‘değerleri öğütme’ makinesine dönüştük. Dizi dünyasında emek verenler de bu öğütücülükten nasiplenenlerden. Nitekim Perşembe’nin güçlü çarkları arasına kendini bırakarak özgüven sergileyen, buna karşılık Total’de dokuzuncu olan ‘Ölene Kadar’ için kaygılansak yeridir. Bundan dolayı da, olayı dosdoğru saptayıp AB’de dördüncü sıradan başlangıcını yapan dizinin Total’de beklenenin gerisinde kalmasına sebep olan etkenlere ve performansına bakmakta fayda görüyorum.

Şimdi kimileri kalkıp, tıpkı ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’e yaptıkları gibi, dizinin yayın gününe takılacak ve alınan sonucu ona bağlayacak. Bence şu aşamada yani sezonun ortasına gelinmişken yayın günü üstünden yorum geliştirmek nafile. Çünkü haftanın hangi gününe koyarsanız koyun başka güçlü yapımlarla takışmak kaçınılmaz. ATV, ‘Bu Şehir Arkadan Gelecek’i Çarşamba’ya koydu da ne oldu? İkinci bölümde aşağıları boylayıverdi. Zira diziyle ilgili köşe yazımda da belirttiğim gibi içerik çok hafife alınmış, hızlı akışta olayların ve karakterlerin ruhu unutulmuştu. ‘Ölene Kadar’ın istenen başlangıcı yapamamasındaysa durum bambaşka. Yani olay doğrudan dizinin içeriğinden kaynaklanmıyor.

Şöyle ki; Perşembe, çiftlerin yarışına sahne olmakta. ‘Ölene Kadar’ da bu kulvardan daldı yarışa ve Engin Akyürek-Fahriye Evcen çiftini yarattı. Kuşkusuz Bergüzar Korel-Halit Ergenç çiftiyle güçlenen ‘Vatanım Sensin’, Kıvanç Tatlıtuğ-Tuba Büyüküstün görselliğinden izleyiciyi yakalayan ‘Cesur ve Güzel’ ve gerçekçi gençlik anlayışıyla farkını gösteren ‘Umuda Kelepçe Vurulmaz’ kolay lokma değiller. Onlarla rekabete tutuşmak, riski baştan kabullenmek demek. Ancak Tims Productions yapımı ‘Ölene Kadar’ da boş bir iş değil. Avukatlığı, alnında değil kimliğinde yazan Selvi’yi, ürkeklikle kararlılığın karışımı bir ruh halinde karşımıza getirerek açılışını yapan ‘Ölene Kadar’ dizisinin Engin Akyürek kozu yabana atılmamalı. İlk bölümde tam tadına varılamadı ama Fahriye Evcen’le yaratacakları çiftin izleyiciye verebileceği şey çok. Anlayacağınız izleyici hangi çifti daha çok severse o dizi Perşembe’nin ağır basanı olacak!

‘Tatlı Küçük Yalancılar’daki uyarlama başarısıyla gerilim-gizem konularında kaleminin gücünü ortaya koyan, polisiye içeriklere yönelik yeteneğini ‘Kayıp’ta gösteren Elif Usman Ergüden’in dişe dokunur türden senaryosuyla izleyiciyle buluşan ‘Ölene Kadar’ın başarısını etkileyen diğer faktöre gelince… Topal olup ağır ağır yürüyen adaleti gideceği yere vardırmak isteyen Selvi’nin Dağhan’a avukatlık teklifinin ardından 11 yıl öncesine geçerek, tıpta uzmanlık yapanların nöbet olayındaki zaman tanımazlığa çentik atıp, başlangıcını yapan dizinin en büyük handikabı sezon başında yola çıkmayıp gecikmiş olması!

Hâlihazırda bilmem kaçıncı bölüme gelmiş, olayları düğümleyip çözümlerinin nasıl gelişeceği hakkında merak uyandırmış yapımlar varken izleyiciyi bunlardan kopartıp kendi kanadına çekebilmek bir parça zor. Ama imkânsız da değil. Bu zorluğu aşma noktasında ‘Ölene Kadar’ diyenlere büyük iş düşüyor haliyle. Bunu başarmak için öncelikle öykü akışındaki heyecanı ve çatışmacılığı yükseltmek lazım. Nasıl ki, ilk bölüm yıllarca kafeste tutulan aslanın ortalığa salıverilmesini gösterip asıl meseleyi sonraya bırakan özellikte olduğuna göre, devamında olayların daha canlanacağı kesin. Dolayısıyla ‘Ölene Kadar’ın geç kalmışlık handikabını yenerek yükselişe geçeme konusunda önünün açık olduğunu işaret edebiliriz. Tabii bu meyanda içeriğin ilk bölümdeki artıları ve eksilerini de dikkate almak lazım derim.

‘ÖLENE KADAR’IN ARTI VE EKSİLERİ…

Haksızlığa kurban verilen yılların intikamcılığı üstüne kurulu öyküsü ve kasvetli çekimleriyle bir başka Tims yapımı olan ‘Suskunlar’ı anımsatan ‘Ölene Kadar’ın baş artısı, oyuncuların hem birbirleriyle hem de karakterleriyle uyumu. Yani oyuncu seçimi yerli yerinde. Bu isabetlilik karakterlerin izleyiciye gerçekçi biçimde yansımasını sağlamış. Mesela Engin Akyürek’in külliyen rahat ve samimi bir sunumla yer aldığı dizide özellikle dikkatimi çeken açılış ve başlangıç kısmı oldu. Zira F Tipi’nin kapısına yaklaşırken, içeride kontrollerden geçip görüş odasına giderken Fahriye Evcen’in çevresini kolaçan eden, ürkek performansını tam da böyle bir yere ilk kez gidenin sergileyeceği haller olarak gördüm. Diğer dizilere kıyasla ne ortamda abartı vardı, ne yersizlik, ne de sahtelik. Üstelik hapishane detayları da göz taramasından, bölmelere gayet güzel yansıtılmıştı. Sonra Dağhan’ın Beril’in kürtajı düşünmesini sağlayıp nikâh dairesine götürmesi, uyuşturucunun etkisiyle yollarda sergilediği tablo… Mükemmeldi.

Aynı şekilde Gülcan Arslan’ın canlandırdığı Beril de başka yapımlardaki zengin kız tiplerinin ötesinde çıktı karşımıza. Ne gösterişli giysileri vardı, ne her durumda makyajlı olan yüzü, ne de şımarık halleri. Yani Dağhan’a hamileliğini söylemeye çalıştığı andaki çocuksu heyecanı, odasına kapatıldığındaki telaşı, babasına başkaldırış halleri veya sevgilisinin annesiyle birlikte düğün hazırlıkları alabildiğine doğal ve gerçekçiydi. Bu vesileyle Dağhan’ın anne babasını canlandıran Serpil Gül ve Taner Turan’a da tebrikler. Denkliğin, insanlıkla değil parayla olduğunun dersini, kapıdan çevrilerek alan ikilinin canlandırdıkları olgun ve huzurlu aile tablosu, her evin başına, dedirten cinsten.

Sarp Levendoğlu’nun kötücül Ender karakterine fazlasıyla yakıştığı, teknik açıdan da film kalitesinde bir iş ortaya koyan yapımın aklıma takılan olumsuz detaylarına gelince…

Telefonunu açmayan Beril’i merak edip Sezai Bey’in evine dalan Dağhan’ın bağrışını en tepedeki odaya hapsedilen Beril duyduğu halde Sezai ve Ender nasıl oldu da işitmedi. Gürültüye hiç tepki vermeden sohbetlerini sürdürdüler. Bu bağlamda hizmetlinin odaya girmesinden sonra tepki vermeleri bir hayli komik durdu. Dizideki bir diğer mantıksızlık, Dağhan’la kaçan Beril’in yolda polis arabasını görüp geri dönmek istemesinde yaşandı… Reşit bir kadın olarak istediğiyle gidebilme özgürlüğünün ötesinde, yolda yürüyen iki kişiye polisin müdahale etmesi mümkün müydü ki korktular? Babasının şikâyeti ancak haneye tecavüzden olabilirdi. Bu noktada da polisin Dağhan’ın evine gidip aradığını söyleyen akışın o detayı geçiştirip nikâh evresine atlamasını da yadırgadım. Yani ortada bir şikâyet varken nasıl oldu da biz bunun gelişimini göremeden evlilik aşamasına geçebildik? Keşke bu evreler daha sindirilerek verilseydi.

Beril’in babasıyla anlaşmazlığını kestirmeden atlayarak nikâh mutluluğuna yönelen akışta, Sezai’nin sırrını açık etmesini engellemek ve bir taşla iki kuş vurmak isteyen Ender’in tuzağı da çok kestirmeden yansıtıldı. Dizinin derdi geçmiş değil sonrası ama 11 yıla mal olan olayı bu denli basitçe sunmak ve soru işaretleri yaratmak, o aşamaların mantığını zedeleyip özünü kaçırdı. Konuyu açarsak… Dağhan kendisini arayanın Sezai Bey olduğunu söyleyip buluşma yerine koşturdu. Polisin Dağhan’ın telefonunu arayan numarayı tespit etmesi gerekmez miydi? Ayrıca kendisini arayan numarayı arayıp geldiğini haber vermek yerine izbe bir yere girmekte sakınca görmeyen Dağhan’a saldıran kişi onun telefonundan Sezai’ye mesaj attı ‘Yazacağım yere gel’ diye. Bunu yazarken de parmak izini bıraktı. Peki, ama polis bulduğu telefonda parmak izi aramadı mı da bunu tespit edemedi? Sezai’nin ölümünü kameradan izleyebilen polis o güzergâhtaki başka kameraları araştırıp bulma zahmetine niye katlanmadı? Dahası sürgülü kapı kilitli değilken Dağhan niye onu açamayıp zincirli olana yöneldi?

Velhasıl içerik ve öykü mantığı güzel olsa bile dizinin işlenişinde, sahnelerin kuruluşunda birtakım mantıksızlıklar mevcut. Tabii bunlar çok büyütülecek şeyler değil. Ancak düşününce akla takılabiliyor. Hem kim bilir belki de tüm bu aksaklıklar gerçek hayattaki olaylarda delil toplamanın nasıl savsaklandığını, davaların nasıl üstünkörü araştırmalara dayandırılarak hükme bağlandıklarını, nice masumun özenli bir yargılanma olmadan pisipisine hapis yattığını göstermek adına bilinçli olarak yaratılmıştır. Şayet öyleyse, tam hedeften vurulmuş.

Sonuçta; Şamatacı ve görselliği ön plana çıkartan fiyakacı başlangıç yerine gerçek hayat bilinci ve doğallığıyla yola koyulan ‘Ölene Kadar’, oyunculuğundan öyküsünü güzel bir renk kattı, her tarzdan izleyiciye hitap edebilecek seçenekleri bulunan Perşembe gecesine. Dolayısıyla her şartta ‘Ölene Kadar’ diyebilmek mümkün! Dizinin tekrarlarıyla veya internetten izlenmesiyle film tadında sunulan ilk bölümün daha iyi fark edilebileceğine ve devamının er geç daha başarılı sonuçlar getireceğine de inanıyorum.

Her ne kadar geç gelen adalet, adalet olmasa dahi, biz ‘Adalet topaldır, ağır ağır yürür, fakat gideceği yere er geç varır’ diyen H. G. Mirabeau’nun iyimserliğiyle bakalım ‘Ölene Kadar’ın durumuna. Gerçi bu sözün sahibi ihanet suçlamasıyla yargılanırken adaletin tecellisini göremeden gitmiş ya öte dünyaya… Yine de adalete güvenmek, hak edenin hak ettiğini alacağı iyimserliğiyle olayları değerlendirmek lazım! En adilinden reytingler dileğiyle…

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal