Gezi notları.. Paris

Türk Hava Yolları’nın TK 1827 sayılı, 15:30 seferi ile Atatürk Uluslararası Havalimanı’ndan kızım Derin, abimin kızı Sinem ve ben Paris Charles De Gaulle Havalimanı için yola çıktık.

Fuat Akyol Fuat Akyol

Türk Hava Yolları’nın TK 1827 sayılı, 15:30 seferi ile Atatürk Uluslararası Havalimanı’ndan kızım Derin, abimin kızı Sinem ve ben Paris Charles De Gaulle Havalimanı için yola çıktık.

Daha önceden gelmiştim Paris’e, uçakla pasaport kontrolü arasındaki mesafe yürüyerek 20 dakikaydı. Bavullarımızı almak için beklemeye başladık, bir yandan da diğer yolcularla Paris’te gezilecek yerler hakkında baya sohbet ediyorduk.

Çocuğu Fransa’da okuyan, eşi oturum almaya çalışan aile bireyleriyle, birçok Fransız vatandaşıyla tanıştım, çok renkli ve keyifli insanlardı.

Bavullarımızı aldıktan sonra terminalin içinde taksiye binip otelimize doğru yola çıktık. Çocuklar oldukça heyacanlıydı olmasına rağmen ellerindeki telefonu bırakıp çevrelerine bakmıyorlardı. Sonunda telefonlarını bırakmaya ikna edip manzaranın tadını çıkarmalarını sağladım. Otobandan şehir merkezine indiğimizde ise yol boyunca aileleriyle dilenen Suriyelilere tanık olduk, araçların camlarına vurup para istiyorlardı. Sayıları oldukça fazlaydı, Fransa’nın bu kadar göç almasına şaşırdım çünkü hemen her yerdeydiler.

Nihayet taksi yolculuğumuz tamamlayıp otelimize ulaştık. Dela Chte Rougemont adında şirin bir otelde kalacaktık. Odaları bütün Avrupa’da otellerinde olduğu gibi küçüktü ama merkezi bir yerdeydi. Katedrale beş dakika, Şenzalize ise onbeş dakika uzaktaydı.

Bavullarımızı otele bıraktıp akşam yemeği için taksiyle Şanzelize’ye doğru yola çıktık. Şanzelize’ye vardığımızda Derin bana dönerek, “Yemeği İtalino Pino’da yiyelim,” dedi.

Daha önce de oraya gitmiştik, yemekleri çok iyi olduğunu söyleyemem. Ben sezar salata söyledim, çocuklar hamburger istedi. Maalesef salatayı yiyemedim, tavsiye edilebilecek gibi değildi.

Yemekten sonra o mağaza senin bu dondurmacı benim Şanzelize’de dolaştık, fakat burada da çok sayıda yere kapaklanmış mülteciler gördük.

Neredeyse bütün mağazaları dolaşıp yorgunluktan bitap düştük, saat bir hayli geç olunca otelimize geri döndük. Sabaha çok işimiz vardı; çok karışık olmasına rağmen Disneyland’a metroyla gidecektik, herhalde kaybola kaybola buluruz diye düşündük!

Sabah kahvaltı yapmak için otelimizin restoranına indik kahvaltı ekstra, kişi başı 8 euro alıyorlardı. Ama kahvaltıda ne peynir, ne ekmek vardı, sadece mısır gevreği, süt bir de kuruvasan vardı. Kuruvasanlar yağda yeni çıkmış gibiydi, hiç bu kadar iğrenç bir kuruvasan yediğimi hatırlamıyor. Oysa bir önce gelişimizde kaldığımız otelin kahvaltısı çok güzeldi ve zaten orası da kahvaltıya ekstra alıyordu. Bir dahaki gelişimde otelin kahvaltısını iyice sorgulamadan oda ayırtmamaya karar verdim.

Disneyland için yola koyulduk önce, taksi ile Katedral’a gittik, oradan metroya binmek için aşağıya indik yaklaşık yarım saat yürüyerek metroya bineceğimiz perona ulaştık.

Yeşillik içinde güzel ve keyifli bir yolculuktan sonra Disneyland’a vardık, önce Walt Disney stüdyolarını gezdik sonra, Hollywood Tower otelde asansöre bindik. Benim gibi yükseklik korkusu olanlar için biraz ürkütücü bir tecrübeydi, onun dışında eğlenceli ve keyiflidi, tavsiye edilebilirler listesine ekledim!

Hollywood Tower’dan çıkınca çocuklarla Rock’n Roller Coaster’a binmeye gittik, oldukça heyacanlıydım, açıkçası ben gidecek cesareti, gücü kendimde bulamadım.

Sonrasında Disneyland parka doğru yürüdük. Robinson Crusoe’nın evini gezip ardından sağlı sollu alışveriş yapılan standların ve resturantların yol boyunca dizildiği caddelerde yürüyüşümüze devam ettik.

Çocuklar İndiana Jones trenine iki kez bindikten sonra beraber Tren Mineroya bindik, çok heyacan verici ve keyifliydi. Daha önce birkaç arkadaşımdan duymuştum, çok kalabalık değildi ve sırada çok beklemeden istediklerimizi yapabildik.

Otele dönmeden önce çocuklar yeniden Rock’n Roller Coaster’e binmek istediklerini söylediler, mecburen gittik! Neyse ki sıra yoktu ama çocuklar devamlı binmek istiyorlardı, üst üste beş kez Rock’n Roller Coaster’la turladıklarında ben onlardan çok yorulmuştum!

Sonunda metroya atlayıp otelimizin yolunu tuttuk.

Ertesi sabah aynı tuzağa düşmedik, erkenden uyanıp kahvaltı yapmak için Şanzelize’ye doğru yola koyulduk. Kahvaltının ardından Eyfel Kulesi’ne doğru yürüdük. Kule’nin çevresinede de yoğun biçimde, dilenen mülteci akını altındaydı. Mendil satanlar, ellerinde yazılı kartonlar para isteyen bir dolu insan.

Eyfel Kulesi’nden sonra öğlen yemeği için tekrar Şenzalize’ye döndük. Yemeğin ardından bir süre

otelimize çevresinde gezindik.

Akşam yemeği için biryerler aranmaya başladık, bir dolu İtalyan resturant vardı ama biz şansımızı Fransız yemeklerinden yana kullanmaya karar verdik.

Gittiğimiz resturant ağzına kadar doluydu ve aslında güzel bir resturantı, çalışanları güleryüzlü, hoş sohbet insanlardı. Hatta çalışanlardan bir hanımefendi İzmir’i çok sevdiğini söyledi. Bir süre İzmir üzerine konuştuk, konuştuk... Derken... kızım Fransızca, yiğenim İngilizce konuşuyorlar, bana tercüme ediyorlardı! Arada bir ben de lafa giriyordum. Ama çat pat işte!

Yemekten sonra su almak için bir yerde durduk küçük su dört euro! Burda su gerçekten çok pahalı, büyük marketlerden almanızı tavsiye ederim.

Otelimize dönüp güzel bir uyku çektik. Ertesi gün 12:45 Air France uçağıyla Almanya’ya uçacaktık. Ama havalimanı çok kalabalık olduğundan dolayı üç saat önceden orada olmamız gerekiyormuş. Havalimanına geldiğimizde çekin yerini bulduk fakat Türkiye’deki gibi değil, bavuluna ayrı para verip etiketini alıyor ve sen içeri veriyorsun. İlginçti, zor oldu ama bavullarımızı vermeyi başardık!

Arama noktasından geçerek uçağa bineceğimiz yere ulaştık, güvenlikler çok nazik ve espiriliydi. Ama güvenlikten her geçmişimizde çantamızda su unutuyorduk, bu kez parfüm unutmuştum! 100 ml altında olduğu için naylon poşete koyduk, bir sorun çıkmadan geçirmeyi başardık.

Artık uçağımıza binip Almanya’ya gidebilirdik. TXL Berlin Tegel havalimanına gitmek için uçağımızın kalkmasını bekliyorduk, uçakta herkesin telefonu uçak modunda, benimki ise kapalıydı. Ama birşey olmuyormuş, görmüş olduk!

İnişe geçtiğimizde Berlin tüm asaleti ve güzelliğiyle bizi selamlıyordu.