Erkenci Kuş mu kolaycı kuş mu?

Erkenci Kuş’a kuş bakışı…

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

‘En büyük hırsızlar aptallardır. Çünkü zamanımızı çalarlar’ demiş Goethe…

Doğru söze ne denir? Şöyle bir düşünürsek zamanımızın ne çok çalındığını kolayca fark ederiz zaten. Bir türlü laftan anlamayanlarla, yapılanın kıymetini bilmeyen cehaletle, anlamsız dayatmalarla boğuşmak mantıklı bireyler için zaman kaybı değil de ne?

Nasıl ki ‘Aptal kutusu’ lakabını hak eden televizyon da zamanımızı boş işlerle çalıp heba edenlerden! Bu olumsuzluk özellikle yaz sezonu temposunda daha net kendini göstermekte. Neden derseniz…

Televizyon dünyasında yaz sezonu dendi mi akıllara ilk gelen, romantik komedi furyası oluyor çoğunlukla. Tabii bir de eğlence programlarındaki artış var ki o, apayrı bir yaz rutini. Ancak ekranlarımızın en önemli zaman hırsızlığı, romantik komedi kanadında göstermekte kendini.

Saflığın şapşiklikle karıştığı, sakarlığın matah bir şey gibi sunulduğu ve dandik bir eğitimle şıppadanak büyük şirketlerde iş kapıldığı masalını anlatıp, feleğin çemberinden geçmiş patronlar veya oğullarıyla bir görüşte aşk yaşayarak zengin aileye kapılanmanın çocuk oyuncağı olduğu safsatasını genç dimağlara aşılamaya odaklanmış gibi zırt pırt karşımıza çıkartılan romantik komedilerin hali pür melali ortada malumunuz.

Güzel bir fiziğe sahip olmanın akla ve bilgi birikimine galip geldiği gerçeğini basit klişelerle gözümüze sokup durmaktalar. Aşkın romantiklikten nasiplenmemiş kör dövüşüne döndürüldüğü, komedinin sulu cırtlak mantığa dayandırıldığı romantik komedi türündeki aptallıkları uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bazı istisnalar dışında, çoğunun sergilediği tablo her alanda olduğu gibi kolaycılığı ve kopyacılığı marifet sayanlar sayesinde, derinliği olmayan karakterlerle yaratılan cılkı çıkmış konulardan ibaret ne yazık ki… Ayrıca her yaz dayatılan bu işlerin müthiş özgün(!) hikâyelerini yaratanların ve oyuncu tayfasının pek farklılık göstermediğini unutmayalım. Yani Ali-Veli hesabı! Dahası bu formatta dizi üretmeye girişenlerin yapımlara uygun buldukları isimler de işin rengini kolayca belli eden türden. Kiraz Mevsimi, Çilek Kokusu, Dolunay, No 309 ve nicesi… Hepsi de birbirinin içinden türemiş, yabancılardan derlenmiş işler. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Ne müthiş düzen!

Romantik komedi algımız bundan ibaretken yazın erkencisi olarak Star ekranında bir ‘Erkenci Kuş’ çıkıverdi karşımıza. Hem de ne çıkış… Maşallah bir şakıma, pir şakıma. Reytingleriyle tavanda. Peki ya kalitesi? İşte bu nokta muallâkta. Sezonun erkenci romantik komedisinde hal böyleyken biz de kuş bakışı bakalım dedik ‘Erkenci Kuş’a… İşte gördüklerimiz…

‘ERKENCİ KUŞ’ DA TEŞHİRCİ ROMANTİKLERDEN

Romantik komedi dendi mi akla ilk gelen Kore uyarlamaları olmakta çoğunlukla. Lakin uyarlamaların da uyarlamasını üretmek veya kendi yazdığını evire çevire pişirmek de yerli romantik komedicilerin alışkanlıklarından. Nitekim jeneriğinde ‘özgün hikâye’ vurgusunu taşıyan ‘Erkenci Kuş’ da, Kore uyarlaması olmamakla birlikte, ‘Tavşanın suyunun suyu’ misali ekrana çıkartılan bir iş niteliğinde.

Şöyle ki; İsminin neyi ifade ettiğini bir türlü çözemediğimiz ‘Erkenci Kuş’a ilk baktığımızda göze çarpan başlıca olumsuz özellik, klişe olayını bir tık öteye taşımış olması! Bunu da ‘No: 309’ ekibini yeniden buluşturarak becermiş. Böylesi bir buluşmanın nesi olumsuz derseniz… Sevilen ve benimsenen oyuncuların aynı türden bir işte yeniden toplaşması, geçmişin taklidi olduğundan pek tavsiye edilecek bir formül gibi görünmüyor doğrusu. Dahası böylesi bir yaklaşımı hoş karşılasak bile oyuncuları aynı tarz karakterle izleyici karşısına çıkartmak, kolay yoldan iş bitirmenin ötesinde alenen insanları aptal yerine koymakla eşdeğer. Hem sürekli aynı tipleri yaratmak o oyuncuların yetenek potansiyelini de yok saymak ve gelişiminin önünü kesmek bana göre. Zahmet çekmeden benzer canlandırmalarda görev alma rehaveti oyuncuları mutlu edebilir elbet. Neticede yeni bir karaktere bürünüp onu benimsetebilmek kolay iş değil. Ama izleyicinin bir süre sonra kabak tadı verdiren benzer tiplemelerden bıkacağını da hesaba katmak lazım. Gerçi bizdeki belli yaş kesimi rolden ziyade erkek veya bayan oyuncunun tipi uğruna bir dizinin peşine takılıyor ya… O da ayrı problem.

Nasıl ki ‘Erkenci Kuş’ için de aynı mesele geçerli. Can Yaman’ın canlandırdığı karakterdeki klişeliği ve derinliksizliği görünmez kılmak için oyuncu, kas yığınıyla ön plana çıkartılmış. Bu noktada sormadan edemeyeceğim… Her fırsatta kadın bedeninin kullanıldığından bahsedip dırdırlananlar, böylesi işlere ilgi çekme planının bir parçası olarak, ekranı dolduran belden yukarısı çıplak erkek teşhirciliği hakkında ne düşünürler?

Sakın ola bu sorum karşısında bağnazlıktan dem vurulmasın. Zira sanatın bir parçası veya senaryodaki sanatsallığı bütünleyici olmanın ötesinde, kadın bedeninin salt ilgi uyandırmak adına fırsatçılık aracı olarak görülmesi ne denli yanlışsa boş içerikleri şişirmek için dövmeyle bezeli şişirilmiş erkek kaslarından medet ummak da o denli yanlış! Maalesef ergen kesimin ağzını sulandırarak yaz boşluğunu doldurmaya niyetlenen ‘Erkenci Kuş’umuz bu yanlışı bolca sergilemekte sakınca görmeyenlerden. Dolayısıyla ‘Erkenci Kuş da teşhirci romantiklerden’ diyebiliriz rahatlıkla. Dedik gitti.

‘ERKENCİ KUŞ’ MU SABIR TESTİ Mİ?

Düşünüyorum da, yaz dizisi için kolları sıvayanlar neden sürekli aynı sululukları çiğneyip dururlar? Hiç kuşkusuz yaz dizilerinden düşündürücülüğe oynayan ağır-gizemli içerikler veya sağlam temele dayanan ciddi hikâyeler beklemiyoruz. Hoş, sezon içinde devreye sokulan yapımların da özgün hikâye adına dişe dokunur yanları pek bulunmamakta. Lakin Kore’den ilhamla ekranlarımıza dadanan ve yaz dizisi niyetine kakalanan romantik komedilerin içerikleri iyiden iyiye zıvıttı. Sabır taşırıcı noktaya geldi dayandı. ‘Erkenci Kuş’u irdelersek…
Aptallığa varan saflıklarla bezeli asıl kızın (ki, ‘Erkenci Kuş’ta bu kızımız Demet Özdemir’in canlandırdığı Sanem olmakta) tavırları ve konuşmaları mantıktan eser barındırmamakta. ‘Özgün hikâye’ vurgusundaki özgünlüğün yersizliğini geçtim, hikâyesi dahi olmayan bir akışta mantıksızlıklar silsilesi sunulmakta izleyiciye. Oraya buraya çarpan, sürekli eli ayağına dolanan, ikide bir koca şirkette yer kalmamış gibi esas oğlanla yani patron Can ile öpüşmeye ramak kalma pozisyonuna düşen ve her daim aşk sarhoşu havasında bomboş gezindiği halde bir anda şirketin vazgeçilmez elemanına dönüşüveren Sanem tipi de bu silsilenin başını çekmekte. Banyoya girmeye hazırlanan patronunu röntgenlemekte sakınca görmeyen bu tipte ne derece sürpriz ve mantık var sizce? Şayet ‘Çukur’un Aliço’suna özenilerek yaratılan hafıza yeteneğini saymazsak, koca bir hiç. Peki ya mantık? Böyle bir tipte mantık olması mümkün mü? Çevremizde benzerlerine hiç rastlamadığımız için, hayır.
Öte yandan dobralığı, pervasızlık ve yüzsüzlükle karıştıran… Masumiyeti, saf-sakar ayağına yatarak patron araklama kıvamına sokan dizi takımının dizi takipçisi ergenlere dayattığı bu tipler üstünden algılar yaratıldıkça çevremizde de benzerleriyle karşılaşmamız an meselesi.

Can karakteri deseniz… İkinci bölümde senaryo tarafından da dillendirildiği üzere dizinin baş erkeğinden ziyade ‘baş çıplağı’ konumunda icraatını gerçekleştirmekte. İcraat dedikse, hepi topu bir anda şap diye dudaklarına yapıştığı ve sonrasında kokusundan tanıdığı Sanem’in şapşikliklerini tamamlamaktan ibaret. Diyaloglarda kayda değer bir şey var mıymış, oyuncunun mimikleri nasılmış? Bu tarz detayların kas şovu karşısında ne önemi var ki!

Velhasıl gece vakti boş kalmayayım diye sürekli hoplayıp zıplayan, duş aldıktan sonra basket oynamaya kalkarak enerji patlamasının ne denli yüksek olduğunu gösteren(bu arada vücut şova devam hali de mevcut)… Kendi fotoğrafçılık ayağına orada burada gezerken sürekli şirkette çalışan Emre’ye karşı bir anda azim patron kesilmekte sakınca görmeyen… Ve Sanem’in kıytırık çiziğine büyük yara gibi yaklaşıp pansumancılığa soyunan Can’ın tüm hareketlerini mantıktan soyutlanmış sabır zorlayıcı haller olarak sıralamamız mümkün.

‘Yok aslında birbirimizden farkımız. Çünkü biz kolaycı yapımlarız’ dedirten türden içeriğe gelince… Külliyen mantıktan soyutlanmış bir akış mevcut. Mesela, ‘Küba, tek tedavi çaresi’ safsatası da neydi öyle? Yani Atatürk bile kendini Türk hekimlerine emanet etmişken Aziz Bey’in ciğerlerini tedavi ettirmek için tekneyle Küba’ya yelken açması ve orayı tek umut görmesi ne iş? En basit ifadeyle Türk hekimlerini horlamak! Ne mantık ama…

Sanem’in babası vasıtasıyla mahalle bakkallarının yok olmaya yüz tutmuş dünyasından mesajcılığa girişen yapımda bir diğer süper mantık durumu da Sanem’in ödediği borç cephesinde… Nihat Bey borcunu ödemeye gittiğinde, alacaklı adam niçin ödendiğini söylemiyor da tefeci öneriyor? Ortağı borcun ödendiğini ondan sakladı desek, o vakit de Sanem’e senetleri nasıl verdiği sorusu akla takılıyor. Maksat ilerisi için çatışma taşı döşemek.

Yazar olma hayalleri kuran kızlarının adam(!) gibi bir iş bulmasını sağlamak için Zebercet Muzaffer’in duygularını oyuncak etmekten çekinmeyen anaerkil bir ailenin kızı olan Sanem ile oğulları arasında ayrımcılık yapan baba figürünün körüklediği düşmanlığın temelinden yükselen patronluğa kurulan Can’ın aşk meşk safsatasındaki en baba saçmalığa gelince… Kutlama gecesi yaşanan olay! Can’ın locanın kapısından girenin kim olduğuna bakmadan Sanem’in dudaklarına yapışması, Sanem’in de ‘Hop ne oluyor’ diyerek adama çıkışmak yerine karanlıkta siyah ayakkabılara dikkat etmeyi seçerek locadan kaçması akla sığacak gibi değil.

Demet Özdemir’in ‘No: 309’daki sarhoşlukla gelen gebelik ve evlilik olayının nimetlerinden yararlanmak isteyenler bu kez oyuncu için karanlıkta gerçekleşen sürpriz öpüşme üstünden yürümeyi tercih etmişler. Nasıl olsa iş yaptı bir kez… Hadi ilki uyarlama iş olduğu için mantıklıydı ama şimdiki maalesef sabırlarımızı sınayan uydurukçuluktan ve taklitten ibaret. Rakip yokluğunda reytingleri kapsa da, gerçek bu.

Kimin ne iş yaptığının belli olmadığı… Herkesin lay lay lom takıldığı… Fikir hırsızlığıyla yürütülen rekabetçiliğin çatışma aracı olarak kullanıldığı… Tesadüflerin kabak tadı verdiği romantik komedi klişelerini harfiyen yerine getiren, ara yerleri de yan karakterlerin anlamsızlıklarıyla dolduran ‘Erkenci Kuş’taki sabır testleri bu kadarla sınırlı değil tabii. Ama hepsini birden yazmaya gerek yok. Objektif gözle bakan herkes fark eder neyin ne olduğunu.

SONUÇTA; ‘Erkenci Kuş’, kolay yoldan işi kotarmanın son örneği olarak varlığını sürdürmekte. Yazarlar ve fanlar bana kızabilir. Fakat karaya ak demek de prensibimize sığmaz.

İşin özü, dizi süreleri bu kadar uzun olduğu sürece, yapımcı ve kanallar kestirmeden izleyici kotarmaya endeksli işlere itibar ettikçe, izleyici de bunlara destek vermekten vazgeçmedikçe ‘Erkenci Kuş’ misali sabır testleri daha çok boy gösterir ekranlarımızda. Bize de içine düşürüldüğümüz aptallık hallerinden dolayı yitip giden zamana yanıp ‘Erkenci Kuş mu, sabır testi mi’ diye sorgulamak kalır. Düzenin aynen devam edeceğini bile bile…

Anibal GÜLEROĞLU
guleranibal@yahoo.com
www.twitter.com/guleranibal