Dizilerin günah keçileri kimler?

Dizilerdeki aksaklıkların yegâne sorumlusunun senaristler olmadığını, onları günah keçisi yapmamak gerektiğini ortaya koyabilmek adına bu kez onların penceresinden bakalım, eleştirip durduğumuz dizi dünyasına.

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

‘Yazmak için yaşamalı, yaşamak için yazmamalı’ demiş ünlü roman yazarı Jules Renard… Bu sözü, Paul Valery’nin ‘Yazmak, geleceği görmektir’ düşüncesiyle birleştirdiğimizde yazmanın ne denli önemli bir eylem olduğu gerçeği daha net çıkıyor ortaya. Peki, günümüz şartlarında bu sözler doğrultusunda hareket edebilmek mümkün mü? Kaç yazar, yaşamını idame ettirme kaygısı taşımadan oturabiliyor yazısının başına?

Kitap olayında, yazmak için yaşayanlar vardır elbet. Ama senaryo yazımında özellikle de dizi sektöründe çok nadirdir. Yani başka alanlardan para kaynağı bulunmayanlar için senaryo demek, geçim derdi demek! Hal böyle olunca ister istemez fikir emeği ve kurgusal yaratıcılık sermayenin boyunduruğu altına giriyor; eleştirilerin ilk hedefi durumundaki senaryolar da yalap şalap hale geliyor. Tabii bu durumda günah keçileri de, senaristler oluyor. Anlayacağınız cüzdan kaygısının ağır bastığı yerde senaristlerin ve dahi yönetmenlerin dünyası, beyazcama yansıyanın çok ötesinde sorunlarla dolu.

İşte bundan dolayı bugünkü yazımı, dizi eleştirisi yerine, eleştirileri ilk ağızda göğüsleyenlerin karşılaştığı sorunlara ayırmak istedim. Dizilerdeki aksaklıkların yegâne sorumlusunun senaristler olmadığını, onları günah keçisi yapmamak gerektiğini ortaya koyabilmek adına bu kez onların penceresinden bakalım, eleştirip durduğumuz dizi dünyasına. Bunu yaparken de öncelikle sektöre hâkim olan ‘dizi senaryosu üretme’ mantığına kısaca göz atalım.

SENARYO DEDİĞİN NEDİR Kİ!

Senaryo olayı, Yeşilçam’dan dizi sektörüne her devirde önemli bir problem bizim için. Bir türlü özlenen yaratıcılığı yakalayamıyoruz. Hâlihazırda yabancılarla kıyaslanmayacak yapıda gelişen televizyon sektörüne ve senaryo algısına sahip olduğumuz da bir gerçek. Kalıplaşma, arabesklik paçalarımızdan akıyor. Lakin herkes kendi tıkırında. Bir zamanlar 40’lı dakikalarda olan dizi süreleri, RTÜK’ün ‘reklam arası dizi’ engelleyici düzenlemesi sonucu maddi doyumu sağlamak adına, 60-90 derken almış başını gitmiş. Yapımcı-yönetmen-başrol üçgeninde deforme edilen senaryolar, izleyici ilgisi yerine tepki çekip kısa sürede ekrana veda ederken, dizi piyasası harıl harıl yeni yapım üretir olmuş. Öyle ya senaryo dediğin nedir ki! Altı üstü yapımcı hegemonyasındaki bir ekip çalışması.

Bizdeki senaryo algısına bakıyoruz. Hepi topu birkaç format mevcut… Ya töre-yöre-ağa üstünden konak işleri geliştirilir… Ya masumlaştırılmış mafyatik öykülerle, silahı çekici kılan kabadayılık özentileri serpiştirilir… Ya entrikalarla dolu hayat yaşayan, hırsların tatminine odaklı kötülerle, saflığın ölçüsünü kaçırmış iyilerin karşılaştığı ve sonuçta daima aşkın-iyiliğin kazandığı müthiş derinlikli, bitmek bilmeyen dramalar yaratılır… Veya ‘İnsan bu kadar da zevzek olmaz ki’ dedirtecek mahiyette sahnelerle dolu, zengin adam-fakir kız denklemleri kurulup imkânsız aşkların melodramı ve sulusepken romantik komediler türetilir… Daha olmadı, zenginler-varoşlar temaşasında gençlik duyguları kaşınır… Yanı sıra türlü konuda mesajcılığa soyunularak komedi niyetine yedirilmeye çalışılan aile işleri döşetilir… İçerik ayrımı olmaksızın cümlesi, birbirinin benzeri yan konu ve karakterlerle takviye edilir; büyük büyük konuşmalarla afili hale getirilir. Hele bir de yapılan dizi tuttu mu, senaryo iyice rayından çıkartılır bıktırana kadar ağırlaştırılarak uzatmalara gidilir.

Anlayacağınız senaryo olayı, bizim kolaycı dizi sektöründe bu derece basite indirgenmiş halde. Hepsinin hikâyesi, matematiği, karakterleri aynı yapıda olduğundan öykü ve gelişim bakımından hiç zorluk çekilmez. Daya gitsin aynı türden işleri, uyut izleyiciyi. Amma velâkin izleyiciye de yazık be kardeşim.

Öte yandan klişelerin de bir emeği var sonuçta. Yani illa ki senarist emeği giriyor işin içine. Misal 90-100 dakikalık bir dizi için kaç sayfa yazmak lazım her hafta? 150 ile 200 arası desek… Senaryoyla uğraşanların bu tempoda kafayı yemesi işten değil. ‘Bırak yeni ve özgün içerikler yaratmayı, alabildiğine saçmalasalar yeridir. Bunun için diziler bir an önce Amerika gibi ortalama 42 dakikaya inse’ diyeceğim ama… Sektörde birlik olmadıktan, oyuncular ve tüm çalışanlar bu tempoya rıza gösterdikten, kanallar reklam getirisi diye bastırdıktan, yapımcılar avantajlı iş peşinde koşturduktan sonra kim takar? Takmayınca da ‘Senaryo dediğin nedir ki’ durumu doğar. Bu tespitin ardından, günah keçisi haline gelip ‘Biri olmazsa öteki’ bolluğunda ilk gözden çıkartılacaklar kategorisinde yer alan senaristlerin acı gerçeklerine dalabiliriz…

SENARYONUN TEKERİNE ÇOMAK SOKMA MODASI

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Hep yakınıp duruyoruz, senaryoların boşluğundan… İçeriklerin yabancı yapımlar ayarında olmadığından, klişelerden dem vuruyoruz. Eleştiri üstüne eleştiri yağdırıyoruz aynı türden işler üreten senaristlere. Tamam. Olumsuzlukları eleştirmek hakkımız. Göze batan hataları elbette vurgulayacağız da… Peki, bu sorunun ana kaynağını ne oranda yatırıyoruz masaya? Malum. Önemli olan sivrisineği öldürmek değil bataklığı kurutmak! Dolayısıyla başarılı senaryolar üretmek için de olumsuzlukların neden-kimden kaynaklandığını ciddi ciddi düşünmek gerek.

Her mesleğin kendine göre zorlukları bulunduğu bir gerçek. En başta da emek-yetki dengesinde gelişen baskıcılık yer alıyor. Neticede parayı verenin yani patronun düdüğü çalması kaçınılmaz. Aynı şekilde sinemada da, dizi âleminde de yapımcı, herkesin üstünde söz hakkına sahip. Buna kimsenin itirazı yok ancak işin kötü tarafı, senaryonun da bu hâkimiyete fazlasıyla dâhil edilmesi. Daha açık ifadeyle, senaristin kaleminden çıkanların yapımcı başta olmak üzere, yönetmeninden hatırlı başrol oyuncusuna kafaya göre çomaklanıp özü bozacak biçimde değişime uğratılması! Herkes kendi alanında vazifesini yapsa olmuyor mu? Olmuyor.

Kimse kalkıp da ‘Yok öyle bir şey’ demesin sakın. Senaryonun tekerine çomak sokma modası almış başını gidiyor. Proje aşamasında okunup beğenilenler, hemen akabinde ‘Şurası şöyle olsun. Burasına şu replikleri ekleyelim. Filanca sahneyi kaldıralım. Falanca sahneyi abartalım’ müdahaleciliğiyle tersyüz ediliyor. Peki, nasıl gelişiyor bu süreç? Senaristler başta olmak üzere sektördekiler bilir de… Biz özet geçelim, ekran başında homurdanıp izledikleri diziyi topa tutarken senaristin kulaklarını bolca çınlatan kesime.

Diyelim ki, yapımcı bir projeye niyetleniyor. İlk etapta ne lazım? Tabii ki bir hikâye ve onu senaryolaştıracak bir senarist. Sağa sola haber uçuyor hemen. Birkaç deneme sonrasında da aranan senarist bulunuyor. Kimi zaman da hikâyenin sahibi, doğrudan senarist olup yapımcının kapısını çalıyor, o da başka. Neticede beğenilen ve duruma göre ufak tefek revizeler yapılması istenen senaryo üstünde anlaşmaya varılıyor. Ardından projenin kanallara pazarlanma aşamasına geliniyor. Bu süreç de atlatılınca dizinin bölüm yazımı ve cast oluşumu başlıyor. Olay bitti mi? Tabii ki de hayır. Asıl sorunlar bundan sonra gün yüzüne çıkıyor çünkü.

Seçilen oyuncuların isabetliliği konusunda senarist görüşü alınması gerektiğini, ancak bizde buna pek rastlanmadığını bir yana bırakırsak… Yapımcının beğendiği, ardından yayıncı kanalın onay verdiği senaryo versiyonu birden ‘tu kaka’ oluyor. Değiştirilmesi yönünde talepler arka arkaya sıralanıyor. Mesela senaryonun daha duygusal temalarla süslenmesi veya sakız gibi sündürülmesi istenebiliyor. Vaatlerle oyalanan senarist ne yapıyor bu durumda? Bir parça mırın kırın etse bile el mahkûm tepeden inme isteklere boyun eğiyor. Böylece başlangıçta yazılan versiyonla, sağdan soldan sokulan çomaklar sonucu ortaya çıkan arasında dağlar kadar fark oluşuyor. Haliyle senaryo matematiği değişime uğruyor. Bir bakıyorsunuz misal, trajikomik sit-com matematiğiyle yazılmış komedi senaryosu gitmiş, yerine klişelere boğulmuş, mizahı dibe vurmuş vasat-itici bir iş gelmiş. Yanı sıra yönetmen yorumu da dâhil oluyor sürece. O da kendince şekillendiriyor senaryoyu. Hadi yönetmenin işi bu diyelim. Ya başroldekilerin kaprisi-dayatmaları da müdahil olursa senaristin dünyasına? Senaryonun tekerine çomak sokma modasında varın düşünün siz gerisini…

Sonuçta; Bizimkisi boşa itham değil. Bunlar yapılmıyor mu? Bal gibi de yapılıyor. Hem de kanırta kanırta. Yani sözlerimizin eksiği var fazlası yok. Bu durumda kim inkâr edebilir, projenin iplerini elinde tutanlar sayesinde, senaristin pabucunun dama atılmış, dikte edilenleri kaleme almakla mükellef memura dönüşmüşlüğünü? Hiç kimse inkâr edemez. Gel gör ki, sektörün kerameti kendinden menkul… Sorunlarla iç içe olunmasına rağmen problemler yok sayılarak sineye çekilir her daim. Çünkü ne parasını alma derdindeki senaristler, mıncıklana mıncıklana cılkı çıkartılıp başkalaştırılan senaryolarını savunma cesaretini gösterebilir… Ne senaristleri ‘kâtip’ gibi görenlerin bencil ukalalıkları baskılanıp senaristin yaratıcılığına saygı duyma kültürüne erişilir… Ne de gerçekleri dile getirmek isteyene aman verilir. Sözün kısası güvenceden yoksun yaşam gailesine düşenlerin karın gurultusu, her tür senaryoya galip gelir. Böyle olunca da yaşamak için yazmak durumunda kalanların yaratıcılığı pespayeleşirken, izleyici, bayatlamış senaryoları izlemeye mecbur edilir.

Dizilerin günah keçisine dönüşen senarist dünyasına dair söylenecek söz çok ama şimdilik bu kadarla yetinelim… Ve kangrenleşmiş bu yarada ‘Senaristlere verdiğimiz değer kadar kaliteli senaryoya sahip oluruz’ diyerek koyalım noktayı.

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal