Çocuk baş tacımız ama…

"Çocukla ilişkilendirilen her duruma ayrı bir özen göstermek, objektif değerlendirmede bulunmak şart. Star’ın yeni yapımı ‘Çocuk’ dizisini de bu merak ve hassasiyetle bekleyip izledim."

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

‘Biz küçükken, çok büyüktük. Mesela kollarımızı bir açardık, dünyayı kucaklardık! Güzeldik biz küçükken...’ demiş, mısralarıyla hayatın gerçeklerini ve büyüdükçe uğranılan değişimi beyinlerimize sokmaya çalışan ve kimi zaman şiirlerini okuyanların başına iş açan Nazım Hikmet Ran.

Gerçekten de çocukluk, insan ömrünün en güzel dönemi… Gel gör ki bu yılların masumiyeti, yetişkinler eliyle yok ediliyor çoğunlukla. Çocukluğun coşkusunu ‘ödev ve sınav’ kıskacı arasında harcayıp ‘Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım’ çaresizliğine kapılarak yaşamı tüketmenin boşluğu bir yana, maruz kalınan şiddet ve taciz olayları çocukluğun tüm güzelliklerini siliveriyor bir anda. Yanı sıra istenmeyip terk edilenlerin, büyüklerin günahını üstlenenlerin çözümsüz dramı da hayli fazla bu dünyada.

Gerçek dünyadaki bu olumsuzluğun ötesinde kurgulardaki ‘Çocuk’ olgusu da ayrı bir düşündürücülüğe sahip! Zira onların varlığını gizli sömürüyle avantaja çevirmek hayli yaygın pek çok alanda. Nitekim reklam sektörü bu konuda başı çekiyor. Çocukları fütursuzca kullanan reklamcılık anlayışını geçip kurguların çocuğa bakışına gelecek olursak…

Bu noktada dizicilerin dram ve komedi merakı iç içe. Yani izleyiciyi duygulandırmak-ağlatmak için can simidi olarak görülen ‘Çocuk’ unsuru aynı zamanda güldürmenin de baş aracı. Nitekim bu sezonun yeni işlerinde de çocuk karakterlerden güç alındığını ve öykülerin onların varlığı üstünden yürütüldüğünü görüyoruz. Gerek sevimlilikleriyle, gerekse mahzun bakışlarıyla karşımıza çıkartılan ‘Çocuk’ karakterlerin dizilere büyük katkıda bulunduğu muhakkak. Doğru kullanıldıkları ve sömürülmedikleri takdirde diyecek söz yok tabii!

Anlayacağınız işin özünde ‘Çocuk’ baş tacımız ama bir anda ayakaltına alınmaya müsait en kolay lokma aynı zamanda. Bundan dolayı çocukla ilişkilendirilen her duruma ayrı bir özen göstermek, objektif değerlendirmede bulunmak şart. Nasıl ki Star’ın yeni yapımı olan ‘Çocuk’ dizisini de bu merak ve hassasiyetle bekleyip izledim. Bu doğrultuda ilk bölüm sonrası düşündürdüklerini paylaşmak isterim.

‘ÇOCUK’ DİZİSİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

Çocukluk insan ömrünün en güzel dönemiyse, onun bu güzelliği hissedip yaşamasındaki en büyük faktör de kuşkusuz sevgi dolu bir annenin varlığıdır. Dolayısıyla çocukluğun ilk yılları, anneliğin kutsandığı evredir bir anlamda. Tıpkı Goethe’nin de ‘Hiçbir insan, kollarında bir çocuk tutan anne kadar çekici ve birkaç çocuk arasındaki bir anne kadar saygıya layık değildir’ sözüyle vurguladığı gibi!

Ancak yaşamın içinde öyle anne tabloları çıkıyor ki karşımıza bırakın saygıya layık olmayı, ‘anne’ sıfatıyla dahi bağdaşmayan türden davranışlar sergiliyorlar. Bu yaşananlar pek çok örnekle herkesin malumu zaten. Nitekim ‘Çocuk’ dizisi de annelik sıfatını taşımaktan uzak ve çelişkilerle dolu bir anne figürüyle gösterdi yüzünü. Lakin dizinin içeriği üstünden anneliği sorgularken tek açıdan görülmemesi gereken unsurlar mevcuttu.

Gerçek hayata dair pek çok soru türetme olanağı yaratan senaryo, bu süreçte ‘kötü anne-mazlum çocuk’ profiline ağırlık verirken, aynı zamanda anneliği farklı açılardan düşündüren ve nefreti sırlarla dizginleyen bir öykü akışı yaratmıştı. Bunlardan ötürü doğru değerlendirme yapabilmek için önceliğimiz, dizinin başlangıç tablosunu detaylandırmak olacak. İlk bölüme kısaca bakacak olursak…

Bir annenin kalabalığın ortasında çocuğunu terk etmesiyle açılışını yapıp iki gün öncesine saran dizi, arkadaşını savunmak için kavga yapan Efe’nin çelişkili aile tablosuyla tanıştırdı bizi. Öğretmenin ‘‘Bunlar Efe’nin yardım çığlıkları’’ sözüne aldırmadan itici bir sertlikle oğluna yaklaşıp kavgacılığını eleştiren Şule’nin saldırgan ruh halini görüp de ‘Bu nasıl anne’ diye sorgulamamak mümkün müydü? Değildi ama… Şiddete şiddetle karşılık verilmesine kızan anne figürü de tamamen haksız olabilir miydi?

Biz bunların muhasebesini yaparken yeni bebeğin varlığı ve Şule’nin ona gösterdiği özenle ikileme düşmüştük. Lohusalık depresyonu muydu acaba yaşadıkları? Yine de bir annenin bebeğini sarıp sarmalarken diğer çocuğunu alabildiğine aşağılayıp dışlaması olacak iş değildi. Kim bilir belki de Efe’ye değil de, onu şımarttıklarını düşündüğü kocasına, kayınvalidesine ve tüm ev ahalisineydi öfkesi? Efe’nin yardım çığlıklarını duymak yerine onu terk eden bir annenin varlığına öfkelenirken, kocasının soğuk çıkışlarına karşı Şule’nin ‘Biri de benim yardım çığlıklarımı duysun’ sözleri çıkageldi. Belli ki, onun da bir mutsuzluğu-huzursuzluğu vardı bu dalgalanan aile ortamında.

Velhasıl ‘Çocuk’, bizi ‘sorunlu anne-çocuk’ tablosuyla kucaklayıp tam bir duygu karmaşasına sürükleyerek yüzünü göstermişti. Sonra Asiye Hanım’ın varlığı girdi devreye. Annesinin abartılı sertliğine maruz kalan Efe’ye hüzünlenirken, Şule’nin haince bakışları takıldı gözümüze. Belli ki bir hırs vardı orta yerde. Devamında işin rengi ufak ufak belli olmaya başladı zaten.

Efe’ye gösterilen sevgiyi ‘şımartma’ olarak değerlendiren Şule’nin öfke uyandıran tavırlarındaki gerçek sebep kayınvalidesi Asiye Hanım ile arasındaki sırdı! Gelininin yuvası dağılmasın diye bir ömürlük yalana ‘Âmin’ diyen Asiye Hanım, başkasının çocuğu olan Efe’yi oğluna öz çocuğu diye yutturmuştu. Şule de öz çocuğuyla Efe arasında bocalarken bu sırrın baskısını hissediyordu üstünde.

Şimdi bu noktada bir parantez açıp sormak isterim… Ali Kemal nasıl olmuştu da bu oyunu anlamamıştı? Neticede Şule’nin bir hamilelik dönemi geçirmesi gerekiyordu ve diziden gördüğümüz kadarıyla Asiye Hanım, çocuğun annesi tarafından istenmediğini anladığında hamilelik hayli ileri safhadaydı.

Yani Şule’nin hamile olduğunu söylemesi ve Ali Kemal’in bunu kabullenmesi Efe’nin doğumuyla hiç denk düşmüyordu. Kesin iş seyahatine gitmiştir. Neyse… Diyeceğim o ki, ‘Çocuk’ bu etabı aktarırken yeterli özeni gösterememiş! Mantığım bunu almadı kusura bakmayın. İlerleyen bölümlerde belki buna açıklama getirilir de Ali Kemal ‘Saf baba’ damgasından kurtulur. Kaldığımız yerden devam edelim biz…

Kendi çocuğu doğunca Efe’yi istemeyen Şule’nin kötülüğünü, ‘Başkasının çocuğunu dışlama’ detayıyla yumuşatıp annelikten soyutlamaya çalışırken durumun insani boyutunu kötülükle bağdaştırır hale getiren senaryonun bundan sonraki icraatı, Efe’nin Şule tarafından bebeğin odasında itilip düşürülmesini dramatize etmek. Burada düşündürücü olan husus, Şule’nin davranışı! İstem dışı mıydı, kasti miydi? Şule’nin yerinde siz olsaydınız ne tepki verirdiniz?

Gerçekten de durup düşünmek lazım. ‘Annesini-babasını biliyor muyuz? Kanı bozuktur belki, katildir’ diyerek bebekliğinden itibaren büyütüp beslediği Efe’ye önyargılı bir kötücüllükle yaklaşıp evlat edinilmiş çocuklara bakış açısını yansıtan Şule’nin çocuğu sokakta terk etmesini, abartılı hırçınlıklarını ve balkonda Efe’yi tutmamasını tasvip etmek mümkün değil.

Bunlar insan olanın yapamayacağı şeyler. Ancak bebeğin sesine koştuğunda onun ağzının Efe tarafından kapatılmaya çalışıldığı andaki durum çok farklı. Böyle bir tabloyu gören anne gerçek hayatta nasıl davranır, bunu düşünmek lazım. Sakin kalabilir mi? Yoksa ilk hamlesi çocuğu kenara itmek mi olur? Bence öncesinde korkulu bir rüya görmüş olan ve uyandığında benzer tabloyla karşılaşan çoğu anne, bebeği koruma içgüdüsüyle, Şule ile aynı tavrı gösterir.

Bebeklerin o pozisyonda kolayca boğulacağı malum. Kaldı ki kardeşlerini kıskançlıkla öldüren çocuk sayısı da az değil. Yani Şule’nin bu sahnedeki davranışını çok yadırgamamak lazım. Burada olay bir parça abartılmış ve minicik yaradan sil sil bitmez kan lekesi çıkartılmış… İki tane ıslak mendille kolayca temizlenebilecek leke için kocaman havlu kullanılmış… Hepsi bu.

Gelelim Efe’nin insan kaynayan meydana götürülüp kedi yavrusu gibi bırakılmasına… İşin doğrusu dizinin en fiyasko bölümü burada sergilenmekte! ‘Çocuk’, işi dramatikleştirmeye çalışırken mantığı yok sayıp komikleşiyor açıkçası. Onca insanın arasında bir başına kalıp ‘Anne’ diye bağıran çocuğun çevresinden kimsenin ilgilenmemesine mi kafayı takalım yoksa öyle bir yerde tek bir polisin olmayışına mı?

Meydanın ortasında kalan ve ‘Anne beni bırakma’ diyerek yürekleri sızlatan çocuğun kalabalığı bırakıp izbe yerlere gitmesi ve çocuk istismarcısının eline düşmesi de ayrı bir abeslik. Efe, adamın kötü davranışını gördüğü halde niye kaçmadı, nasıl oldu da elini tutup gitti? Adam, Efe’nin zengin çocuğu olduğunu nereden anladı da para almak için onu evine kadar götürmeye kalktı? Sorular, sorular… Geçiniz.

Değme hafiyelere taş çıkartırcasına iz sürüp Efe’nin öz annesi Akça’nın adresini bulan Melek Hanım’ın vicdan maksadını aşan işgüzarlığıyla sahneye çıkan sırlar zincirinde etkisiz eleman gibi duran Ali Kemal’in, Akça ile jet muhabbet başlatması da dizinin düşündürenlerinden. Sırf Efe’yi buldu diye sıfır araba hediye etme abartısını geçtim, Efe’yi ayaküstü daha yeni tanıdığı bir kadının dükkânında bırakıp gitmesi çocuğuna düşkün bir babanın yapacağı iş mi? Hele de bir gün önce bu çocuk kaybolmuşsa!

Bu durumda sözde oğlunun üstüne titreyen Ali Kemal de Şule kadar kötü olmuyor mu? Ali Kemal noktasında bir başka olumsuz ayrıntı, Şule’yi çocuksuzluk durumunda terk edeceği yönünde imalarla donatılması… Hani Asiye Hanım, evliliği bozulmasın diye Şule’nin kucağına Efe’yi vermese, boşanacak mıymış? Bu tarz ima, evlilikleri ‘Çocuk’ odaklı hale getirmiş ve hoş olmamış. Keza, amcalık işini karı-koca arasına nifak tohumu ekme kışkırtıcılığına devşiren Murat’ın her işe maydanoz halleri de akıştaki bir diğer nahoşluk. Ne yapmak istediği anlaşılır gibi değil. Elbet zamanla onu da çözeceğiz.

SÖZÜN ÖZÜ; Öykünün psikopatlığını üstlenen ve geçmişte Akça’nın sevgilisi olan Hasan’ın Asiye Hanım’ın öz oğlu olduğunu… ‘O çocuk bu evde kalacak’ dayatmasındaki babaannenin Efe’yle kopmaz bağının buradan geldiğini ilk bölümden ortaya döküp sonrasına pek sır bırakmamış gibi duran ‘Çocuk’, her şeye rağmen tahmin edilebilirliği kırma gücüne sahip bir iş görünümünde. Senaryo gelişimi bunun böyle olduğunu ilk bölümdeki sır açılımıyla ortaya koydu. Devamında da tekdüzeliğe kapılıp klişelerle boğulmaz, sırlar sırları doğurur inşallah. Bunu başarmanın yolu, konuyu geliştirirken karakterleri iyi kullanmaktan geçiyor açıkçası…

ASİYE VE HASAN ‘ÇOCUK’ DİZİSİNİ YÖNLENDİRECEK

İlk kez kamera karşısına geçen Mehmet Emin Güney’in en doğalından canlandırdığı Efe karakteriyle çocuk masumiyetini ve sıcaklığını hissettiren ‘Çocuk’taki oyuncu kadrosunu topluca değerlendirdiğimizde, dizide yer alan isimlerin üstlerine düşeni layıkıyla yerine getirip karakterlerin hakkını verdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bunun ötesinde, Karasu Ailesi’nin sırlarla örülü hikâyesini yönlendirmede iki ismin öne çıktığını da vurgulamamız şart. Bunlar, Asiye ve Hasan!

Neden derseniz… Her ikisi de derinlikli karakterler. Nazan Kesal tarafından canlandırılan Asiye’ye baktığımızda, farklı bir anne-kayınvalide profili olarak izleyicinin hafızasında iz bırakma potansiyelinin dışında, arka planında öyküye zemin hazırlayan sırların yattığı bir karakter olduğunu görüyoruz. Ama bundan daha önemlisi, senaryonun bu arka planı izleyiciye aktarma hedefinde olması. Bunu Fazilet Hanım’da yaşayamamıştık mesela.

Onun da geçmişi öykünün temeliydi ancak bölümler boyunca geçiştirilmiş ve giderayak üstünkörü verilmişti. Böylece paragöz anne kıvamına sokulan karakterin doğru yorumlanmasının önü tıkanmıştı. Buna karşın Asiye’nin geçmişinin daha iyi işlenip davranışlarının sağlam bir temele oturtulacağını söyleyebilirim. İlk yansıma da bu yönde gidileceğinin göstergesi gibi.

Şöyle ki; Sevdiği adamı kaybetmenin, aylar boyu kendisini odaya kapatan baba zorbalığının, doğurduğu çocuğun kucağından alınmasının ve kocası tarafından terk edilmiş olmanın acısını dik duruşunun ardında saklayan Asiye, yanlış anlaşıldığını hissettiği anda, Melek ve Osman’a geçmişini anlatıp içyüzünü döküyor ortaya.

Ailenin temel direği olurken, öfke ve kinle dolmak yerine geçmişin yaralarını sarma çabasına girişen Asiye’nin oğlunun evliliğini kurtarmak ve çocuğu olmayan gelinine terk edilme acısı yaşatmamak için bir yük daha yüklenmeyi göze alması da onun karakterinin sağlamlığının işareti. Serserilikten kurtaramadığı oğlu Hasan’ın dövdüğü kızı ve onun doğurduğu çocuğu sahiplenmesiyse cesaretinin göstergesi.

Kısacası, Fazilet Hanım misali, ilk andan Nazan Kesal ile bütünleşen Asiye sevecenlikle sertliği dozunda yansıtan, sırlarla gerçekleri harmanlayan dipsiz bir kuyu gibi! Kuyudaki sudan hakkıyla nasiplenip öyküyü beslemek de senaryoyu yazanların ve projeyi yönetenin işi.

Ve İsmail Hacıoğlu’nun varlığı… Adamlarıyla birlikte ortam basan ve sevgisini zorbalıkla sergilerken duygu kırıntılarını araya serpiştiren Hasan karakterine cuk oturduğu kesin. İsmail Hacıoğlu’nu böyle bir karakterde görmek güzel. Zira ilk bölümün sonunda ortaya çıkan ama bir anda gidişatın kaderini etkileyeceğini belli eden Hasan da en az Asiye kadar arka planı olan bir karakter ve gerçekçi canlandırmaya muhtaç.

Sadece takıntılı bir aşk ve serserilikle bırakılmayıp alt yapısı mantıklı olaylarla doldurulduğunda karakterin büyük gelişim potansiyeli taşıdığını söyleyebilirim ayrıca. Şayet ilk bölümden araba hediye etme gereksizliğiyle sunulan Ali Kemal ve Akça arasında geliştirilecek yakınlaşmanın köstekleyicisi, kötülüğün payandası olmanın ötesine geçirilemezse de, karaktere yazık olur diyorum. Nokta.

SONUÇTA; Kimi ayrıntılara takılsam ve Şule’nin baştaki tavırlarını abartılı kötülük olarak görsem bile, oyunculuklarıyla göz doldurup konu gelişimine yönelik merak uyandıran ‘Çocuk’, anneler ve çocuklarının dünyasına açılan bir pencere konumunda! Bu pencereden şu an için görünen manzaraysa, klişe entrikacılıktan ve yaygaracılıktan nasiplenmeden yola çıkan güzel bir dizi olduğu yönünde.

Hal böyleyken başlangıç itibariyle reytinglerinin beklentinin altında kalması, hak edilmeyen bir sonuç bana göre! Umarım devamında bu olumsuzluk aşılır ve uzun soluklu bir ‘Çocuk’ öyküsü izleriz. Ancak şamata merakı sayesinde ‘Zalim İstanbul’un zirveye oturduğu gecede ‘Yasak Elma’ ve ‘Çukur’la rekabette işinin pek kolay olmadığını da görmek lazım. İyi şanslar…