Abone Ol

Ahmet Altan: Aydın Doğan'la elele verip Hürriyet okuyucularını dolandırıyorsun!

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın bugünkü köşesinde “Alçak, kibirli hödük, kullanışsız aptal, suçu Baransu'ya yıkıp kaçmak yok” gibi sözler yönelttiği Ahmet Altan, Haberdar’daki köşesinde Hakan’a yanıt verdi...

Ahmet Altan'dan Ahmet Hakan'a: Okuyucuları dolandırıyorsun!

Altan, Ahmet Hakan’ın Doğan Medya Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan ile birlikte Hürriyet gazetesi okuyucularını dolandırdığını ileri sürerek, “Sen ilgimi çektin bir kere, sahtekarlığın abidesi olarak patronunla birlikte medyanın lanetlileri tarihine geçtiğini göreceksin” dedi. Mehmet Baransu’nun Balyoz davasında beraat kararı veren mahkemenin gerekçeli kararına dayanarak bir yazı dizisi hazırladığını söyleyen Altan, “O dizi bitsin, ben de “trajedileri” ahlaksızca sömürerek ördüğünüz algı operasyonlarını bir bir yazacağım. Sen korkup kaçıyorsun diye o palavralar sürecek sanma. Sana şu kadarını söyleyim, yazdığın bütün yalanların ve çarpıtmaların belgeleri elimde. Senin nasıl yalancı bir sahtekar olduğunu, gerçekleri nasıl çarpıttığını, nasıl ahlaksızca algı operasyonları yaptığını belgelerle öyle bir ortaya koyacağım, seni öyle bir örnek haline getireceğim ki bir daha bu konularda senin gibi algı operasyonu yapmaya kalkanlar senin halini düşünüp vazgeçecekler.” ifadelerini kullandı.

İkili arasındaki tartışma Ahmet Hakan’ın “Yargılanacaksın Ahmet Altan” sözleriyle başlamış, Altan’ın “Beni programına çağır, tartışalım” sözleriyle yeni bir boyut kazanmıştı. Ahmet Hakan, Ergenekon'un kasası olduğu iddiasıyla tutuklanan ve hapishanede hayatını kaybeden Kuddusi Okkır, hakkındaki suçlamalar nedeniyle intihar eden Yarbay Ali Tatar, Odatv soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteciler Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi isimlerin Ahmet Altan’ın kurbanı olduğunu belirterek, mağduriyetinden sorumlu tuttuğu kişiler ya da hayatını kaybedenlerin aileleriyle birlikte programa çıkma teklifine, Altan’ın yanıtı “Teke tek hesaplaşmaktan ölümden korkar gibi korkuyorsunuz” olmuştu.

Altan’ın “Mutlak korku” başlığıyla yayımlanan yazısının tamamı şöyle:

Lord Acton’un o meşhur sözü, “mutlak gücün mutlaka bozduğunu” söyler.

Sanırım buna bir ekleme yapmak da mümkün:

Mutlak güç, mutlaka korku getirir.

“Anayasaya uymayan”, bütün yasaları çiğneyen, kendi milletvekillerinin açıklamasıyla yargıyı da ele geçirdikten sonra yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tümüyle denetimi altına alan Tayyip Erdoğan, bir diktatörün bütün yetkilerine ve gücüne “gayrimeşru” bir şekilde sahip.

Merasim töreninde yere serilecek halının renginden, Çamlıca’ya yapılacak caminin minaresine, kupon arazilerin kime satılacağından televizyonlardaki yemek programlarında neler anlatılması gerektiğine kadar her konuya karışıyor… Her istediğini yaptırıyor.

Sevgili muhtarlarıyla düzenlediği büyük toplantılarda hedef gösterdiği insanlar ya tutuklanıyor, ya silahlı saldırıya uğruyor.

Genellikle de ikisi birlikte oluyor.

Anlaşılan her kesim emri kendine göre alıp harekete geçiyor.

Medya emir altında.

Büyük bir kısmı doğrudan ona bağlı.

Bir kısmı “tarafsız” gibi yandaşlık çabalarına hız vermiş.

Ulusalcı medya, Ergenekon’la birlikte Erdoğan’ın yanında saf tutmuş.

Birkaç dürüst gazeteyle, direnmekten vazgeçmeyen internet siteleri ve buralarda çalışan cesur insanlardan başka kimse kalmamış medyada.

AKP ise artık tümüyle parti olmaktan vazgeçmiş, Erdoğan’ın getir götür işlerine bakan “ofisboy”lar topluluğu.

Ülkede, ne kadar akıl dışı olursa olsun emrine karşı çıkabilecek bir devlet görevlisi yok.

Oylarını artıracağını düşünürse istediği şehri yerle bir ettiriyor.

İstediği insanları yaktırıp öldürüyor.

Daha yeni, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Prince Zeid Ra'ad Zeid al-Hussein, Cizre’de etrafları sarılarak yakılan yüzden fazla insan olduğuna dair tanıklıklar bulunduğunu söyledi ve “bağımsız bir soruşturma ekibinin” bölgede araştırma yapmasını istedi.

Astığı astık, kestiği kestik, “akşamları ayran için”den, “üç çocuk yapın”a kadar her alana karışan bir adam.

Ve bu adam kadar çok korkan hiç kimse yok bu ülkede.

Her şeyden ve herkesten korkuyor.

Mutlak güce ve mutlak korkuya sahip aynı anda.

Düşünsenize, Başbakanı Davutoğlu’ndan bile şüphelendiği için adamı “işinden” kovdu, bayağı bildiğiniz “çıkışını” verdi, tazminatsız gönderdi.

Davutoğlu’ndan söz ediyoruz, şu her söylediği söz ertesi gün Erdoğan tarafından tekzip edildiğinde lafından dönen, “önderimiz, liderimiz, kurucumuz” diye her suça iştirak eden adam.

Türkiye tarihinin belki de en kanlı döneminin sorumluluğunu sırtlamayı kabullenmiş biri.

Erdoğan öyle korkuyla dolu ki ondan bile şüphelenip kovdu.

Belki de ilk kez, AKP’nin “tabanı” değilse de “tavanı” çatladı…

Tavan, “ne oldu, niye attınız bu adamı” diye sordu ve galiba ilk defa Erdoğan’ın kim olduğunu, ne olduğunu, ne istediğini açıkça anladı.

Anladıklarını söylemeyi sürdürecekler mi yoksa “yanlış anlamışız” diye yeniden Erdoğan’ın sadık hizmetkarları mı olacaklar, onu şu anda bilemiyoruz.

Ama sallandıkları yüzde yüz.

“Mutlak” sadakat isteyen, yüzde yüz biat talep eden Erdoğan’ın adamları “eski kapı yoldaşlarını” tehdit etmeye başladılar bile.

Çünkü iktidara doyamıyorlar ve mutlak güçten başkasına razı olamıyorlar.

Korku başka türlüsüne izin vermiyor.

Sanırım, Erdoğan’ın siyasi sonunu bu “mutlak korku” getirecek.

Yavaş yavaş çevresindeki herkesten kuşkulanıp temizlemeye, her seferinde yerlerine daha yetersiz insanları getirmeye başlayacak.

İçinde biçer döver olan bir elektrikli süpürge gibi yakınlarındakini parçalayacak.

Uzaktakileri zaten parçalıyor.

Ülkeyi paramparça ediyor.

Galiba “yasaları çiğneyen” insanlarda ortak özellik bu.

Narcos diye bir dizi var, bilmem izlediniz mi…

Kolombiyalı ünlü kokain kaçakçısı Escobar’ın hayatını anlatıyor.

Medellin kentinde sıradan bir kaçakçıyken “kokain” işini keşfedip hızla büyük patron oluyor.

Ona bağlı ağlar sadece kendi ülkesini değil Amerika’yı da boydan boya sarıyor.

Günlük kazancı 60 milyon dolara varıyor.

Paraları koyacak yer bulamadıkları için çoğunu toprağa gömüyorlar, hala Kolombiyalı çiftçiler tarlalarında naylonlara sarılmış dolar balyaları buluyor.

Kolombiya ordusuyla eşdeğerde bir ordu kuruyor kendisine.

İstediği zaman ülkede iç savaş çıkartıyor ve Kolombiya ordusu onun ordusuyla baş edemiyor.

Bütün ülkeyi suikastlerle, sabotajlarla, bombalarla alt üst edebiliyor.

İş o hale geliyor ki Kolombiya “başkanı” olmak istiyor, “bu ülkeyi ben yönetmeliyim” diyor ve kendisinin herkesten daha iyi yöneteceğine de samimiyetle inanıyor.

Escobar’ın felaketine giden yol bu “başkanlık” sevdasıyla başlıyor.

Sadece Kolombiya devleti değil dış dünya da böyle bir adamın “başkan” olmasının nelere mal olacağını fark ediyor.

Escobar’ı sıkıştırmaya başlıyorlar.

Ama o hala çok güçlü.

Tarihte eşi olmayan bir anlaşma yapıyor devletle, “teslim olurum ama kendi hapishanemi kendim yaparım, kendi gardiyanlarımı kendim seçerim, siz de hapishaneme üç kilometreden fazla yaklaşamazsınız” diyor.

Devlet razı olmak zorunda kalıyor.

Ama bu devleti bile dize getiren “mutlak güç” yavaş yavaş mutlak bir paranoyaya dönmeye başlıyor.

Kendisine bağlı mafya babalarından her seferinde daha fazla “pay” istemeye koyuluyor.

Bu da yetmiyor.

“Haracı verirken mutlu muydu yoksa şikayetçi bir hali mi vardı” diye soruyor.

Haracı “mutlu” bir şekilde ödemediğini düşündüklerini de öldürtüyor.

Derken, kendisi hapishanedeyken dışarıda onun adına işleri yürüten çok eski iki dostundan şüphelenmeye başlıyor, günde altmış milyon dolar geliri olan adam, dostlarının kendisinden “üç yüz bin dolar çaldığını” iddia ediyor.

İkisini birden gözlerinin önünde öldürtüyor.

Ondan sonra da iflah olmuyor zaten.

Mutlak güç isteği, mutlak korku ve kaçınılmaz sonucu paranoya bütün “imparatorluğunu” paramparça ediyor.

Çocuğu bugün başka bir ülkede başka bir isimle yaşıyor.

Mutlak güç mutlak korku yaratır.

Bugün bizim siyaset dünyamızda, yasasızlık, gayrimeşru güç ve para, mutlak iktidar, mutlak korku ve artık başlayan “dost” kıyımı dönemi yaşanıyor.

Daha önce de söylemiştim şimdi de söyleyeyim.

Bu durmayacak.

Şiddet sarmalı gittikçe hızlanarak tırmanacak.

Sadece düşmanlarını değil dostlarını da yiyecek.

Büyük bir paranoyadan ve şiddetten geçeceğiz.

Erdoğan’ın “anayasaya uymayacağını” açıklayarak yasalarla ilişkisini kestiği günden itibaren Türkiye bir felakete süratle yaklaşıyor.

Ama Erdoğan da siyasi hayatının sonuna aynı hızla koşuyor.

Bu panikten, bu korkudan, bu mutlak biat isteğinden ülkelere bir hayır gelmiyor ama bunu yapanlara da bir hayır gelmiyor.

Hem Türkiye için hem Erdoğan için en iyisi onun yeniden anayasal sınırlar içine dönmesi ama galiba bunun için artık çok geç.

Sanırım kötü bir piyesin son perdesini seyrediyoruz.

Bedeli biraz ağır oluyor ama…

Biteceğini bilmek gene de iyi

Ahmet Hakan’a:

“Korkak şarlatan” diye kime denir biliyor musun, söylemesi gereken üç kelimeyi söyleyemediği için yarım sayfa yalan yazan adama denir.

Sataştığın biri sana “teke tek çık karşıma” dediğinde söylemen gereken üç kelime şuydu:

“Çıkıyorum karşına, gel.”

Başkalarının ardına saklanmadan, yazdığının sahibi olarak çıkardın ortaya.

İtalyan filmlerinde küçük dolandırıcılar vardır, sürekli küfrederek, bağırıp çağırarak, dikkat çekmeye çalışarak oradan oraya koşuştururlar ama asla gerçek bir kavgaya giremezler, gizli gizli ona buna ispiyonculuk ederek birkaç kuruş para tırtıklamaya uğraşırlar.

Biraz onlara benziyorsun sanki.

İktidar adına algı operasyonları yapıyor, bağırıyor, çağırıyor ama kimseyle yüz yüze hesaplaşamıyorsun.

Bu halini biraz zavallı buluyorum doğrusu, korkunu gizlemek için tutunmaya çalıştığın çığırtkan dolandırıcı üslubunla ve çaresizliğinle gizliden gizliye bir acıma duygusu bile uyandırıyorsun bende.

Hayatını, saygıdeğer bir adam olamamana mazeretler aramakla geçiriyorsun.

“Kurbanlar olmadan” benle ekrana çıkamazmışsın…

Gerçekten kurbanlarsa derdin, kurbanları korumak istiyorsan, çıkarsana Tahir Elçi’nin eşini… Çıkarsana Roboski’de uçaklardan fırlatılan roketlerle paramparça olan insanların akrabalarını… Çıkarsana Güneydoğu’da gözünden vurulan bebeğin annesini… Çıkarsana evleri bombalarla yıkılan Sur ahalisini… Çıkarsana hem mahkum edilen, hem suikast teşebbüsüyle karşılaşan Can Dündar’ı, bir de ona anlattırsana MİT Tırlarını… Çıkarsana

Cizre’nin bodrumlarında yakılanların nişanlılarını… Çıkarsana 21 yıldır yargılanmadan tutuklu yatan sanığının babasını… Çıkarsana hukuksuz yere gazetelerine el konulan, başlarına kayyum atanan, işlerinden kovulan meslektaşlarını… Çıkarsana bir bildiriyi imzaladı diye “teröristlikle” suçlanan Esra Mungan’ı… Sandıkta kazandığını elinden almak için dokunulmazlığı kaldırılarak Meclis’ten sürülmek istenen Selahattin Demirtaş’ı şimdi bir daha çıkarsana…

Sen Erdoğan rejiminin tek bir kurbanını bile çıkaramazsın bugün programına.

Bir tekini bile…

Erdoğan’ı gerçekten kızdıracak tek bir satır ciddi eleştiri yazamazsın.

Bazen gizli, bazen açık iktidara yaltaklanıp duruyorsun.

Gazetenle birlikte bütün derdiniz, Erdoğan’a karşı muhalefeti bölmek, Erdoğan’a muhalefet edenlere saldırıp onların hedefini şaşırtmaya uğraşmak.

Senin gibi o kadar çok adam var ki şu sıralar etrafta.

Gerçi senin gibiler için Erdoğan ya da başka biri fark etmez, iktidarda olsun yeter, hemen biat edip, hizmet sunarsınız.

Askeri vesayet zamanında da generallerin ayakları altında yuvarlanıyordunuz…

Biz askeri vesayetin generalleriyle dövüşürken senin ve patronunun neler yaptığını da biliyoruz, arşivler duruyor.

Tek bir örnek vereceğim sana.

Neden bir mezrada havan topuyla kıymık kıymık parçalarına ayrılan Ceylan için “bir ses verin” diye biz üç gün yalvardık da üç gün boyunca sesinizi çıkarmadınız?

Çıkaramadınız…

Günlerce sustunuz… Ceylan kurban değil miydi?

Annesi kurban değil miydi?

Kurbanları koruyormuşsun…

Senin haddine mi düşmüş birilerini korumak… İktidardan korkan, patronundan korkan biri, kendi onurunu koruyamayan biri başkalarını nasıl koruyacak?

Sen onların haklarını korumaya çalışmıyorsun, üstelik onlara da saygısızlık edip onları canlı kalkan gibi kullanmaya çabalıyorsun.

Onların arkasına saklanmak bütün derdin.

Ben kendimden bu kadar eminim de sen niye bu kadar titreksin?

Çünkü sen uyduruyor, yalan söylüyor ve çarpıtıyorsun… Bense elimdeki belgelere dayanarak böyle güvenli konuşuyorum.

Yazı diye yazdığın o yarım sayfalık küfürlerle karışık dolandırıcı tipi “palavralar antolojisi” var ya, onların her birini nasıl uydurup birbirine karıştırdığını, çarpıttığını, karşıma çıkabilseydin sana belgelerle gösterecektim… Onların hiçbiri senin dediğin gibi değil… Hepsinin de belgesi var.

Sana hem karşıma çıkıyormuş gibi yapıp hem de kalabalıkların arkasına saklanma fırsatını vermeyeceğim… Öyle ucuz kurnazlıklar yaptırmayacağım sana.

Ama o iddiaları da ortada bırakmayacağım.

Mehmet Baransu’nun, sizin “Balyoz kumpastı” palavranızı, hem de Balyoz’u aklayan mahkemenin “gerekçeli kararına” dayanarak paramparça ettiği bir yazı dizisi yayınlanıyor şimdi.

O dizi bitsin, ben de “trajedileri” ahlaksızca sömürerek ördüğünüz algı operasyonlarını bir bir yazacağım.

Sen korkup kaçıyorsun diye o palavralar sürecek sanma.

Sana şu kadarını söyleyim, yazdığın bütün yalanların ve çarpıtmaların belgeleri elimde…

Senin nasıl yalancı bir sahtekar olduğunu, gerçekleri nasıl çarpıttığını, nasıl ahlaksızca algı operasyonları yaptığını belgelerle öyle bir ortaya koyacağım, seni öyle bir örnek haline getireceğim ki bir daha bu konularda senin gibi algı operasyonu yapmaya kalkanlar senin halini düşünüp vazgeçecekler.

Sahtekarlığın bir tek işe yarayacak, bu Balyoz ve Ergenekon konusundaki çarpıtmalarınız, algı operasyonlarınız, duygu sömürüleriniz bitecek.

Ortada bunca belge, bunca gerçek varken, patronunla elele bütün Hürriyet okuyucularını dolandırarak pervasızca yalan söyleyip çarpıtıyorsun...

Sen ilgimi çektin bir kere, sahtekarlığın abidesi olarak patronunla birlikte medyanın lanetlileri tarihine geçtiğini göreceksin.

haberdar